“yollar gitmekle
borçlar ödemekle tükenir
bizim de borcumuzun yekûnu
yolumuz bittiği gün ödenir”
Sordu askerlerden biri:
“Ajan olabilirler mi?”
“Olamaz” dedi, Yüzbaşı Kotsev. “Bunlar okumuş, aydın insanlar. Ölümü göze alarak sınırı geçmeye niyetlendilerse mutlaka vardır geçerli bir sebepleri.”
Yüzbaşı, bir grup askerle tutsakların yanlarına gitti:
“Anlatın bakalım,” dedi, yüzbaşı.
“Sorun, anlatalım,” dedi, içlerinden biri. “Memleketinizin durumundan başlayın o zaman.”
Son sorulacak şey ilk sorulmuştu sanki. Cebindeki ekmeği çıkardı biri: “Bu ekmek,” dedi, “benim sınırı geçmeden önce yanıma aldığım tayınım, tadına bakın lütfen.” Günler öncesinden kalan, bayatlamış ekmekten bir lokma yuttu Kotsev: “Acıymış,” dedi.
“İşte,” dedi, “memleketimin durumu da kaderi de ekmeği gibi acıdır.”
***
Yıllardan 1969.
Tam 20 yıl sonrası çıkışının.
Generalin kızı babasının yatağının yanındaki yatağı göstererek:
“Değişmiş,” dedi.
“Evet,” dedi, general, “dün getirdiler, kalp krizi geçirmiş.”
“Bulgar değil galiba.”
“Türk, aynı zamanda da komünistmiş. 20 yıllık siyasi göçmenmiş burada.”
Yatağın yanındaki sehpanın üstünde duran kitaplar kızın dikkatini çekti: “Kitabın üzerindeki kendi resmi mi?”
“Yazarmış,” dedi, babası, “kendi kitabıymış, Bulgarca. İsmi Acı Lokma.”
Bir “Acı Lokma”ki yut yutabilirsen
İki yaşında bir bebek sessiz sedasız, her şeyden habersiz uyuyordu. Yangın vardı; Yunan ateşe vermişti mahalleyi. Evde de kimse yoktu. Bebeğin yanında ondan iki üç yaş büyük ablası Emine vardı sadece. İyi ki vardı… Ya sesini duyuramasaydı babasına… Ya da babası yetişemeseydi eve… İki yaşında bir bebek Yunan’ın mezalimine kurban gidecekti.
Fahri Erdinç…
Çok çocuklu kalabalık bir ailede üvey ananın elinde büyüdü. Çocukluğunu yaşayamadan büyüyenler vardır ya, onlardandı işte.
1917’de Akhisar’da doğdu. Bir yıl sonra da annesi öldü.
Lokmasının acılığı bebekliğinden başladı, çocukluğunda devam etti, öldüğünde bitti. Şiirinde anlattığı gibi; yolu bitince borcu da bitti.
Çocukluğunu özdeşleştirdiği tek şey dayaktı. Uyuz olur dayak yerdi analığından. Üstünü kirletir dayak yerdi. Altına işer dayak yerdi. Babası onu yangından kurtardığında “yiyecek ekmeği var” diye düşünmüştü ama onun yiyeceği dayak vardı. Dayak, lokmasının acılığını anladığı ilk şeydi.
Hemen ardından tütün gelirdi. Tütün, kasabasının da ailesinin de en önemli geçim kaynaklarından biriydi. Tütün, çilesiydi onun; sevinciydi, acısıydı. Doğum gibi, ölüm gibi bir gerçeklikti karşısında. Çocuk yaşta tanışmıştı tütün işçiliğiyle. Oyuncak görmemiş elleriyle tütün kıyarak geçmişti çocukluğu.
Ama lokmanın acılığı dayanılacak gibi değildi artık. Oyuncakla oynamamış çocuklar, neden bir an önce büyümezlerdi ki…
“bana bayramların arkasından güler
yirmi yıl evvelki çocukluğum
çeşitli düdük sesi
salıncaklarda baş dönmesi
mantar kokusuydu duyduğum.
yanımda eteğine tutunduğum
kadife fistanlı elleri kınalı bacım
ağzımda bir akide şeker
bir elim askısı kopmuş pantolonumu çeker
öteki avucumda el öperek birikmiş para
bakardım oyuncaklara”
Bir roman kahramanı
Kendisi de öğretmen olan babası epey karşı çıkmıştı öğretmen olmasına. Ne olurdu ki izin verse? Tütün de para etmemişti o yıl. Hem memleketin öğretmene ihtiyacı vardı hem de öğretmen olunca maaşından üç beş kuruş gönderirdi babasına. 1930’da Balıkesir Öğretmen Okulu’na girmişti. Okulda anlatılanlar içini coşturuyor, onu yeni bilince sürüklüyordu. Öğretmenlik demek gittiği her yere ışığı götürmek demekti. Öğretmenlik demek mum gibi olmak demekti; kendi yanarken etrafını aydınlatmak demekti. Öğretmenlik demek insanın içini oluşturmak demekti. Öğretmenlik demek gittiği her yerde çivi gibi çakılmak, zorlukların karşısında kaya gibi dik durmak demekti. Çünkü millet, kendi mutfağından kısarak koyuyordu önlerine okulda yedikleri pilavı.
Öğretmenlikte yılmak olmazdı.
1936’da bir Cumhuriyet öğretmeni olarak gitti Afyon’un Sandıklı ilçesine bağlı Ürküt köyüne. Öğretmen Okulu’ndan aldığı öğretmenlik bilinciyle gitti. Çıra gibi aydınlatmak için çıra gibi yanmaya razı olarak gitti.
Hani, roman kahramanı gibi işte.
Erdinç’in öğretmenlik yaşamı, Halide Edip’in, Baykurt’un romanlarının somutlaşmış hali gibiydi.
Yobaz bir hoca çıkmıştı karşısına. Köyde çocuk çoktu ama okula gelen on beşi geçmezken hocaya giden yüzün üzerindeydi. Kendisinden önce altı öğretmeni göndermişti köyden bu hoca.
Hoca ile öğretmenin mücadelesiyle geçen üç yılın sonunda, sınıfında asılı Atatürk’ün resmine anlatıyordu içini: “Ben kaybedersem, sen yok olursun, Altıok kırılır, Atam. Ne demiş biliyor musun? Ben o oku kırar da, o medeniyet yularlı taharetsizin bilmem neresine sokarım, demiş. Vermiyor çocuklarımı, Atam. Bugünkü yoklamada yine 15 öğrencim vardı hepi topu, hoca da yine yüz. Hoca zorlu üflüyor, Atam. Benim mumun yalımı titriyor. Ülkü, ideal kabadayılıkları bir yana, gerçek bu. Öğretmen gazetesinin başına, Bakanlığın armasına, bütün öğretim kitaplarına eğitim meşalesi kondurmak kolay. Ama bizim mumun yalımı sönüp gider. Kaytarsam, altı yıl yediğim ulus pilavı gözüme dizime durur. Yılsam, Cumhuriyet ölür! Dayanamıyorum.”
Sabahattin Ali’nin öğrencisi
Öğretmenlikten sonra, Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nün sınavına girdiğinde iki şey istediler Fahri Erdinç’ten; şiir okuması ve bir öyküyü anlatması…
Şiirde okuyacağı isim belliydi: Nâzım Hikmet.
Öykü de ise, Ürküt köyünde yaşadıkları anlattı edebi bir üslupla.
Sınavdan sonra jüri üyelerinden biri yanına sokuldu Erdinç’in:
“Şunları kağıda döksene!”
“Denedim, olmuyor. Herkes kaşık yapar ama sapını Sabahattin Ali gibi ortaya getirmek zor.”
“Tanır mısın onu?
“Yazılarından, kendisini görmedim.”
“Sabahattin Ali benim. Bundan sonra beraberiz.”
Gerçekten de beraberlerdir. Her ne kadar şiirleriyle edebiyata girmiş olsa da şiirden çok öykü yazmıştır ve bunun da tek nedeni Sabahattin Ali’dir.
Yazdığı bir öyküden dolayı konservatuardan atılır. 1947 yılında devlet büyüklerine hakaretten kısa bir süre hapis yatar.
Sabahattin Ali ile hem bir dostluk hem de usta-çırak ilişkisi yaşarlar. Ta ki 2 Nisan 1948’e kadar…
Bu tarihten sonra onun da yaşamı tehlikedeydi.
Bu tarih, Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle birlikte bambaşka bir yaşama sürüklenmenin de başlangıcıydı Fahri Erdinç için. Acı Lokma’nın, vatanı nasıl gurbete çevirdiğinin başlangıcıydı bu tarih.
Acı Lokma, Fahri Erdinç’in 1917’de Akhisar’da başlayan yaşamının 1949’da Bulgaristan’a kaçışına kadar ki sürecini, yolunu bulmaya çalışışını anlattığı otobiyografik romanıdır.
“Kardeş Evi” de olsa, lokması yine acıdır
“bazen doğduğu yerde yaşar
bazen doğmadığı yerde ölür insanlar”
“Demek kendini öyküledin bu kitapta,” dedi general. “Öyleyse bitir, yolun bu tarafını da yaz.”
İnsan, yolun yarısına kadar geride bıraktıkları, yarısından sonra da karşılaşacağı yeni insanları düşünürmüş.
“Yazacağım,” dedi. “Bu yataktan sağ salim çıkarsam yazacağım. Kardeş Evi’ni illaki yazacağım.”
***
Yüzbaşının götürdüğü karakolda garip duygular içindeydi Fahri Erdinç. Türkiye’de de karakola götürülmüştü burada da karakoldaydı. Türkiye’de de gözaltına alınmıştı, burada da şu an gözaltındaydı. Ama biraz farklıydı. Türkiye’deki “geç ulan şuraya, gir ulan içeri” diyordu, buradaki “buyurun lütfen.” Türkiye’deki “sizin gibi komünistleri geberteceğiz” diyordu, buradaki “kahve içer misiniz?”
Yaşanan durum, başka bir şairin tam da dediği gibiydi:
“merhabadan çok
çıkar ulan kimliğini denmiş
yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir”
Edirne sınırındayken kendine sorduğu “neden kaçıyoruz?” sorusunun cevabını bulmaya başlamıştı. Emperyalistlerin ele geçirdiği Türkiye’den, yarının bağımsız Türkiye mücadelesi için kaçıyordu.
Hani, denir ya: “Öksüzü okşama, ağlatırsın.” Erdinç’in içinde bulunduğu durum da tam olarak buydu. Neden bu ilgiyi kendi ülkesinde görememişti?
8 Eylül 1949’da çıkmıştı Türkiye’den. Ertesi günkü gazeteler neden “kaçak, kızıl komünist, sütü bozuk hain” gibi haberler yapmışlardı hakkında?
Gittiği yer sıcak geliyordu ona ama hep bir tarafı soğuk kalıyordu.
Güvendeydi orada, can güvenliği vardı ama hep tedirgindi.
Tamam, kurulmakta olan sosyalist Bulgaristan’ı kendi ideolojisine göre Kardeş Evi olarak görüyordu ama göçmen dairesinde Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Kağıdı elinden alınınca sol yanında bir cızlama hissetmişti.
Türkiye gazetelerinde meclis kararıyla vatandaşlıktan çıkarıldığını okuyunca, geri dönüş yolunun kapandığını, vatansız kaldığını anlamıştı.
Nâzım sevilir, Nâzım’la kavgaya girilir, Nâzım’la kavga da edilir
1951’de Nâzım’ın Bulgaristan’a gelmesi, Bulgaristan için olduğu kadar Fahri Erdinç için de önemliydi. Kader ortaklarıydı bir bakıma. Vatanlarından kopartılan iki yüreğin buluşmasıydı. Vatansız bırakılan Nâzım, vatansız bırakılan Erdinç için Türkiye demekti. Her dizesinde memleket kokan Nâzım’a sarılmak Akhisar’da olmak gibiydi onun için.
O gün, 3 Haziran 63’e kadar sürecek bir abi-kardeşliğin başlangıcıydı. Ölümünden çok kısa süre önce görüşmüşlerdi son görüşmeleri olduğunu bilmeden.
“Nâzım’la kavga da ettim,” diyor Erdinç.
Nâzım’ın, şiirleri hakkındaki eleştirileri, “bu şiirini beğenmedim” demesi gururdu ona göre. Demek ki, “usta beni ciddiye alıyor” derdi. Ama Nâzım, öykülerini eleştirirse eğer tartışmaktan kaçmazdı. Nâzım, Kemal Tahir’i, Orhan Kemal’i yetiştirmişti ama kendisi de Sabahattin Ali’nin öğrencisiydi.
Bir yazarın korkusu
Bir yazar için en büyük korku ölmeden ölme korkusudur elbette. Yani bilinmeme, bilinse bile unutulma. Hele de, uzaksa toprağından… Sesini duyuramıyorsa…
Kitapları, 1969 yılına kadar yasaklıydı Türkiye’de. Onu Türk okuruna tanıtan ise eski TİP’li yazar Yusuf Ziya Bahadınlı oldu. Diriler Mezarlığı öykü kitabının basıldığını öğrendiğinde yeniden dirilmişti.
***
1940 Kuşağı şairlerinden olsa da, onun toplumcu yönü öykülerinde kendini belli ediyordu.
“sülalem sayılıp Cumhuriyet’te
-müessif bir irtihal- denmeyecek
müjdelik ölümüme
mezarımın başucu
dünyalık başım gibi bomboş kalacak”
11 Kasım 1986’da Sofya’da ölen Fahri Erdinç’in vatanı gurbet olmuştu, mezarı da gurbette kaldı.