Aylardır hasta olduğunu biliyordum.
Gökçe Fırat, hastalığını, hastaneye yatış sürecini yakından takip ediyordu. İlk kötüleşmesinden, son kez yoğun bakıma girişine kadar hep yanındaydı. Sonrasında da…
Durumunun pek de iyiye gitmediğinin farkındaydım. Çok da uzak olmayan bir gelecekte onu kaybedeceğimizi üzülerek tahmin ediyordum. Belki de o gece olacaktı bu…
Ama yine de Gökçe Fırat’ın telefonuyla sarsıldım: “Kaya, Ahsen Abi’yi kaybettik,” dediğinde kalakaldım. Ardından kamuoyuna yaptığı açıklamanın ilk cümleleriyle daha da sarsılacaktım:
“Ahsen Batur’u kaybettik. O bize Uluğ Bey’in hazinesini ulaştırmıştı. Uluğ Bey’in hazinesine sahip çıkmak ve gelecek nesillere ulaştırmak bizim vazifemizdir.”
Beni tanıyanlar bilir. Dört yaşına girmek üzere olan bir oğlumuz var: Uluğbey…
Oğlumuza neden ve nasıl Uluğbey ismini verdiğimizi daha önce bir yazımda anlatmıştım. (“ ‘Aya gitmek’ ve oğlumun adı ‘Uluğbey’ ”, Türk Solu, sayı: 601, 25 Şubat 2021)
Bu büyük Türk’ün, âlim hükümdarın, gericiliğe karşı ilericilik savaşçısının adı ailemizin 2018’de parçası olmuştu:
“… İşte bu hikâyenin, bizim ailemizin hikâyesiyle birleştiği noktada dünyaya geldi oğlumuz Uluğbey…”
“Uluğbey Türk biliminin, laikliğinin, ilericiliğinin tarihsel simgesidir. Ve işte bu yüzden oğlumuzun adı Uluğbey’dir…” diye yazmışım o zaman.
Ahsen Batur, bu yol gösteren eseri Türkiye’ye kazandırmasaydı oğlumuzun adı da muhtemelen Uluğbey olmayacaktı…
Adil Yakubov’un, “Uluğbey’in Hazinesi” adlı romanını bana ve arkadaşlarımın birçoğuna öneren yine Gökçe Fırat olmuştu. O zamanlar Ahsen Abi’yi çok tanımazdım. Kitabı kendisinin kurduğu ve yıllarca yönettiği Selenge Yayınları’ndan çıkan baskısından okudum. Daha sonraları tekrar tekrar okuyacaktım. Tıpkı “Uluğbey’in Hazinesi” gibi Ahsen Abi’nin Türkiye Türkçesine kazandırdığı diğer Türkistan edebiyatı eserlerini okuduğum gibi.
Şimdi hızlıca gözümün önünden geçiyor: Pirim Kadirov’un “Son Timurlu”suyla Babür ve evlatlarını, Musa Aybek’in “Nevai”si ile Alişir Nevai’yi, yine Adil Yakubov’un “İbni Sina-Köhne Dünya”sı ile hekimler padişahı İbni Sina’yı, büyük bilgin Birunî’yi hep Ahsen Abi sayesinde yakından tanıdık. Onun emeğiyle bu isimler, tarih kitaplarından çıkıp günlük hayatımızda bize yoldaş oldu. Türkistan’a, oralara daha gitmeden, onun sayesinde âşık olduk. Hepimiz en az bir Türk lehçesi öğrenmenin peşine, onun bize Türkistan kapılarını açmasından sonra düştük.
Kendisini şahsen tanımam da yaklaşık aynı döneme rast gelir. 2000’li yılların başlarında Türk Solu olarak düzenlediğimiz bir etkinlikte tanıştırmışlardı. O sırada artık onun Türkistan edebiyatını buraya taşımış bir dev olduğunu biliyordum. Ama hem Türk lehçelerini, hem Arapça ve Farsçayı, hem de birkaç Batı dilini anadili gibi konuşan, okuyan ve yazan, Selenge Yayınları’yla aslında devletin yapması gereken bir Türk tarihi yayıncılığını tek başına yapan daha da büyük boyutlarda bir dev olduğunu sanırım hâlâ tam idrak edememiştim. Kısa zamanda bu cehaletimden kurtulurken aslında onun derinliğinin yanındaki cehaletimin farkına varacaktım.
Şimdi bu satırları yazarken kitaplığıma dönüp bakıyorum. İlk gözüme çarpanlar: Mesudî’nin “Murûc Ez-Zeheb”i, Gumilev’in “Eski Türkler”i ve “Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları”, Barthold’un “Orta Asya”sı ve Selenge’den yayımladığı daha onlarca temel eser… Hepsi de Ahsen Batur sayesinde bize ulaşmış ve okumuş, öğrenmiş, aydınlanmışız. Ahsen Batur, Uluğbey’den yüzyıllar sonra yeni bir Türk Aydınlanmasının adı olmuştu.
Ve elbette kendi eserleri: En başta da “Kürdoloji Yalanları” ve “1200 Yıllık Sürgün”…
Tabii, bizim daha sonra İleri Yayınları’ndan da yayımladığımız, hepsi de Ahsen Batur tercümesi “Ötgen Künler”, “Uluğbey’in Hazinesi” ve diğer Türkistan romanları…
En son, Adil Yakubov’un “Vicdan” romanını, bu yılın başında yine Ahsen Abi’nin tercümesiyle yayımlamıştık. Ben de matbaaya gitmeden önce son okumasını yapmıştım. Nereden bilebilirdim ki bu, katkıda bulunacağım son çalışması olsun…
Söylenmesi, yazılması, konuşulması gereken daha çok şey var aslında. Ama daha fazla uzatmayacağım. Sırf Ahsen Batur’un katkısı olan eserlerin tümünün isimlerini alt alta yazsam, bir bu kadar daha yazmam gerekecek.
Ahsen Abi’nin bizlere bıraktığı miras, Gökçe Fırat’ın da dediği gibi çok büyük bir sorumluluk: Uluğ Bey’in Hazinesi’ni gelecek kuşaklara taşımak. Bilimi, ilericiliği, Türkçülüğü… Ve bunlar elbette onun bir şekilde katkısı olmuş kitaplarda kristalleşmiş halde yaşamaya devam ederken aslında Ahsen Batur da yaşamaya devam edecek.
Ve ben oğlum Uluğbey’e her baktığımda onu ve bu mirası geleceğe taşıma görev ve sorumluluğumu da hatırlayacağım.
“Uluğ Bey’in Hazinesi” bizim tatlı yükümüz artık. Bu görevi layıkıyla yerine getirmenin bize nasip olması en büyük mutluluğum olacak.
Ruhun şâd olsun Ahsen Batur…
Emanetin yaşayacak!