Uluğ Bey’le tanışmam
Ahsen Batur’u tanımam “Uluğ Bey’in Hazinesi” kitabı sayesindedir. 2008 yılıydı, bu kitabı okudum ve tüm hayatımı ve geleceğimi yeniden anlamlandırmaya başladım. Benim için bir milattı.
Sonra kitabı Türkçeye çeviren Ahsen Batur’la tanıştım, ondan belki yüzlerce “Uluğ Bey’in Hazinesi” kitabı aldım, çevremize dağıttım. Sonra Selenge Yayınları’nın çıkarttığı diğer romanlar izledi bunu: Ötgen Künler, Son Timurlu, Köhne Dünya, Nevai…
O arada geçen bir yılda Ahsen Abi ile samimiyeti ilerletmiştik. 2009 yılı geldiğinde Türk Dünyası Romanları serisini İleri Yayınları’ndan yayınlamaya başladık. Romanları İleri Yayınları’ndan çıkartma teklifi onundu, İleri’nin bu romanları hedef okura daha iyi ulaştırabileceğini düşünüyordu.
Benim için adeta kutsal bir görevdi, artık Uluğ Bey’in Hazinesi bizdeydi, onu Türk milletine bizim ulaştırmamız gerekiyordu.
O gün bugün her zor anımda Uluğ Bey imdadıma yetişir, bana güç verir. Ve o gün bugün Uluğ Bey’in Hazinesi’ni korumaya çalışırım.
Cağaloğlu’ndaki büro
Ahsen Abi’nin yayınevi bürosu Cağaloğlu’ndaydı. Her hafta genellikle cuma günleri Sultanahmet’e iner, eski İstanbul sokaklarını dolaşır, kendimi ve Türklüğümü arardım. Sonrasında Ahsen Abi’ye uğrar, sohbet ederdik. 2016’da hapse girene kadar böyle devam etti dostluğumuz.
2014 yılından itibaren Türk Solu’nda da yazmaya başlamış, artık yazarımız da olmuştu.
Ahsen Abi’nin bürosu küçücüktür ama masası büyüktür. Masanın üstünde sözlükler, sözlüklerin yanında açık duran eski bir kitap ve bilgisayar vardır. Ahsen Abi, masanın üzerinde açık duran kitaba bakar önce, sonra bilgisayara Türkçesini yazmaya başlar. Arapça, Farsça, Rusça, Fransızca, İngilizce fark etmez, okuduğu kitap kaç yüz yıllık olursa olsun, ilk okuyuşta Türkçesini yazar. Bense hayretler içinde bakakalırım.
Böyle bir dil zekası ancak bir dehada olabilirdi. Ben de Ahsen Abi’ye takılırdım; “Abi sen galiba Türk değilsin, biz Türkler tek bir yabancı dili bile öğrenemeyiz, sen kaç dili o dilin sahibi milletlerden bile iyi biliyorsun!”
Hoş, Ahsen Abi kimsenin Türklüğünü de kabul etmezdi ki. Ona göre Türklük 1200 yıllık sürgün yaşamıştı. Bense Osmanlı’yı sahiplenen bir solcu olarak Ahsen Abi’yle tartışmazdım pek; o büyüğümdü, o konuşurdu ben de dinlerdim.
Bazen de İmam Hatip günlerini anlattırırdım, sınıf arkadaşını anlatır bol bol küfrederdi.
Sonra onun küfrettiği arkadaşı nedeniyle ben hapse girdim, 2016 yılıydı. 6-7 yıl boyunca süren sohbetlerimiz artık son bulmuştu.
Siroz ve “Vicdan”
Hapisteyken yine haberleşiyorduk. Bir mahkememe geldiğinde sarılma fırsatımız bile olmuştu. Çok zayıf görmüştüm onu, hasta mıydı neydi, sonra yazışmıştık, “iyiyim” diyordu.
Dört yıl sonra tahliye olduğumda ancak telefonla görüşebildik pandemi dolayısıyla. Pandemi sonrası evden çıkmıyordu artık.
Adil Yakubov’un son romanı Vicdan’ı ben hapse girmeden teslim etmişti ama biz bir türlü fırsatını bulup yayınlayamamıştık. Hep onu soruyordu, ne zaman yayınlayacaksınız diye. 2021’in sonunda kitabı yayına hazırladık, sonra Ahsen Abi’ye gittik.
Evine gidecektim çünkü o dışarı çıkmıyordu. Eve girdim, bir şok yaşadım, inanılmaz zayıftı. Kolları ipinceydi. Kocaman bir göbeği vardı, önce sarıldım, sonra tişörtünü kaldırıp göbeğine baktım. Bakması bile insana acı verecek bir manzaraydı. Yıllarca televizyonlarda gördüğümüz Afrikalı açlar gibiydi, kocaman bir göbek ama erimiş bir vücut.
“Abi,” dedim “bu göbek ne?” “Oturmaktan,” dedi ama değildi. “İki üç gün sonra bir doktor arkadaşı getireceğim sana,” dedim.
Sonra Hazar’la birlikte gittik, Hazar muayene etti. Yanında çok konuşmadı, “acil doktora gitmen gerek,” dedi.
Evden çıktığımızda bana söyledi acı gerçeği: Sirozdu ve son aşamadaydı artık.
Hazar, artık çok yaşayamaz dediğinde elimde Ahsen Abi’nin son çevirisi Vicdan vardı.
Ahsen Abi’nin evine girebilmek
Sonra Ahsen Abi’ye tek gittim. Tek gittim dememe bakmayın, yanımda hep Kuzey vardı Ahsen Abi’yle görüşmelerimizde. Biz artık tek kişi sayılırdık Kuzey’le cezaevinden sonra. Ahsen Abi’ye durumun ciddiyetini anlattım hemen doktora gitmemiz lazımdı. O ise doktora gitmeye yanaşmıyordu.
Bu arada bir taraftan da Necati Gültepe ile görüşüyordum, son dönemde en yakını o sayılırdı Ahsen Abi’nin. Necati Bey umutsuzdu, “Ahsen’i hastaneye hayatta götüremezsin,” diyordu. Ama ben başarabileceğimi düşünüyordum. Zaten Necati Bey’i şaşırtmayı başarabilmiştim, Ahsen Abi’nin evine gittiğimi duyunca, “Nasıl ya, Ahsen evine kimseyi sokmaz,” demişti. Gerçekten de 18 yıllık eşi Nergiz Hanım, evlerine giren ilk ziyaretçi olduğunu söylemişti.
Neyse, Ahsen Abi’yi doktora götürme girişimlerim Necati Bey’i haklı çıkarttı. Sabah 6’da Ahsen Abi’nin kapısında oluruz Kuzey’le ama onu evden çıkartmanın imkanı yoktur. Biz sabah gideriz, Ahsen Abi çıkmaz dışarı, geri döneriz. Sonra tekrar aynısı, tekrar… Böyle böyle bir ay geçti sanırım ama bir sabah o aradı. “Gökçe çok kötüyüm beni hemen hastaneye götür,” dedi.
İçmezsen yaşarsın!
Şubat ayıydı Ahsen Abi’yi almaya gittik. Tam olarak 2 Şubat.
Adım atamaz haldeydi. Ayakları da şişmişti, terliğe bile giremiyordu. Hemen Bakırköy Acil’e getirdik, çok kötü bir haldeydi ama Acil’de müdahale edildi, gece yarısına doğru BT raporu çıktı, doktor hanım canı sıkkın bir şekilde konuştu benimle: Karaciğerinde bir kitle vardı, hem de 12 santimdi. Kanserdi. Yani sirozdan bile daha öteydi durum.
O gece eve yolladılar, ertesi gün Gastroenteroloji servisindeydik. Bu defa üç kişiydik, Uğur da yanımızdaydı, Ahsen Abi’yi iki kişi bile hareket ettiremiyorduk.
Bakırköy Sadi Konuk’un acil doktorları gibi poliklinik doktorları da müthiş ilgiliydi. Türk doktoruna olan saygım daha da arttı. Genç ama uzman doktor siroz tanısını koydu ama “MR ile kitleye bakalım,” dedi. Ve gerçekten de MR’da kitle çıkmadı, bu müthişti demek ki kanser değildi, sadece sirozu yenmemiz gerekecekti.
O arada bir ay kadar Ahsen Abi’yle sürekli hastanedeydik, içkiyi de kesmiş ya da kesmek zorunda kalmıştı. Durumu iyiye gidiyordu. Doktorlar bile şaşkın ve mutluydular. Ahsen Abi hakkında bilgi vermiştim onlara da. Doktor Bey, Ahsen Abi’ye aynen şöyle dedi: “Bir yudum bile içemezsin! İçmezsen 10 yıl 20 yıl yaşar ve memlekete hizmet edersin. Ama bir yudum içki bile seni öldürür.”
Ben baharı göremem
Ama Ahsen Abi bir aylık iyileşmeyi görünce içmeye başladı. Karnından tam 20 litre sıvı boşaltmıştı doktorlar ama içki ile birlikte göbeği tekrar şişmeye başladı. Sonra aynı döngü: Yine acil servisler… Son gidişimiz Temmuz başındaydı ve bu defa akciğeri ciddi hasarlıydı üstelik karaciğeri de bitmişti. Doktor, “Artık nakil dışında bir seçenek kalmadı” dedi.
Durum artık tam anlamıyla yolun sonu durumuydu. Ahsen Abi yeniden içmeye başladığında Mayıs ayında çok konuşmuş, tartışmıştık. Bana, “Gökçe, ben zaten baharı göremem,” diyordu. Bense doktorun dediklerini hatırlatıyordum ona, içmezse uzun yıllar yaşayabilecekti.
Ama içiyordu. Hep şöyle düşündüm ve ona da söyledim açıkça: “Abi sen ölmek istiyorsan sana ölme derim, sana bu milletin ihtiyacı var, kimsenin olmasa benim var ama kararın buysa da saygı duyarım.”
Öyle oldu, son krizden üç gün sonra yine içmişti. Bu defa çok ağırdı. Ben uzaktaydım, eşi Nergiz Hanım’a hemen ambulans çağırın dedik, ambulans gelmiş, nefes alamaz durumdaymış, hemen entübe edildi ve yoğun bakıma alındı.
Ahsen Abi’nin durumu o kadar kötüydü ki, tüm içki içenlere, sirozun ne olduğunu göstermek için görüntülerini yayınlamak isterim ama yapamam. Sadece şunu bilin, ne olursunuz içmeyin demeyeceğim, içecekseniz de lütfen az için.
Yalnızlığı kendisi seçmişti
Ölmeden önce yazdığı birkaç cümle öldükten sonra çok gündem oldu. 4 Mayıs tarihinde şöyle yazmıştı facebook paylaşımında:
“Sizin haberiniz dahi yok. Hastahaneden getirip yatağıma attılar. Bırakın son nefesini kendi yatağında versin diyerek çekip gittiler. Çevremde hanımdan başka dizlerini çırpıp göz yaşı döken bir Allah’ın kulu kalmadı. O da benim için değil, kendi yarını için göz yaşı döküyordu.
Ama hiç bir karşılık beklemeden başımda bekleyen tek bir kişi vardı. Hepinizin komünistin tekidir diye yüz çevirdiği Gökçe Fırat. Merdi ez merdânı beyâmûz. (İnsanlığı insanlardan öğreninAlişir Nevai-”
Yağmur Tunalı üstadım yazdığı yazıda bunları dile getirdi. Cenazede hemen hemen herkes gelip teşekkür etti. Eski arkadaşları bile arayıp bana başsağlığı dilediler.
Bir şeyler demem gerek sanırım.
Ahsen Abi, yalnız kalmayı kendisi seçmiş biriydi. En yakınlarını bile yanından uzaklaştırmıştı ve kimseyi de yanına yaklaştırmıyordu. Ben onun dünyasına girebilmeyi başarmıştım, nedenini tam olarak ben bile bilmiyorum.
Sanırım bunun cevabını onunla aramızdaki ilişkide bulabiliriz.
Ahsen Batur, tek başına Türklük için bir şeyler üretiyordu ve ürettiği şey kitaptı. Yani Uluğ Bey’in Hazinesi’ydi. Ama kitap basmak çok zordu ve ben Ahsen Abi’ye Selenge’nin biten kitaplarını yeniden basma konusunda yardımcı olmuştum. Tek şartım vardı, kimseye söylemeyecekti, ben bunu ne kendim için yapıyordum ne de Ahsen Abi için. Bu, Uluğ Bey’in vasiyetiydi.
Ama sonradan pek çok yerden kulağıma geldi, Ahsen Abi bu sırrımızı etrafına söylemişti.
Aslında Selenge’yi de bize devredecekti. Ben daha hapse girmemiştim. “Gökçe,” dedi, “zaten tüm kitapları siz basıyorsunuz, giderler sizden çıkıyor, gelir bana geliyor, şu yayınevini sizin üstünüze yapalım.” “Ahsen Abi,” dedim, “senin için yapmıyoruz, senin çalışman, üretmen için yapıyoruz. Hem ben karşılıklı ticaret yapıyor olmak istemem. Bu benim için bir vazife.”
Cezaevindeyken yine gündeme geldi, yayınevini bize devredecekti. “Hakkın neyse alırsan olur,” dedim. Bir meblağda anlaşıldı fakat artık bizim kolumuz kanadımız kırılmıştı ve ben Ahsen Abi’ye şunu söylemek durumunda kaldım: “Abi, biz sana ödeme yaparsak Türk Solu’ndaki arkadaşların rızkından keseceğiz ben bunu yapamam. Sen ödeme alamazsan senin evinin rızkı kesilecek sen de bunu yapamazsın. Abi, evinin rızkını düşün, bizde para yok, sat ki yaşamını sürdürebilesin.”
Öldükten sonra şunu düşündüm, acaba Ahsen Abi’den yayınevini devralsak ne olurdu? Sözümüzde duramazdık, ödeme yapamazdık, yapsak da aksatarak yapardık ve Ahsen Abi’yi mağdur etmiş olurduk. Ama belki de parası olmasa içemez ve bu hale de gelmezdi.
Sonuçta olmadı. Ama 2014 yılından itibaren yazarımızdı, bizim kurumumuzdan emekli olmuştu. Ona en azından bu emeklilik rahatlığını –Türkiye’de emeklilik rahatlığı gibi bir şeyden söz etmek çok abuk olsa da!– sağlayabilmiştik. Bu da bizim tesellimiz artık.
Uluğ Bey’in hazinesinden bize düşen pay
Şimdi geride artık Ahsen Abi’nin sadece ismi var. Ve o isim benim için öyle önemli ki…
Ahsen Abi hastalık dönemlerinde bazen bana takılırdı, “ya Gökçe sen niye beni bu kadar seviyorsun, bu kadar ilgileniyorsun” diye. Ben de ona “Abi ben seni sevmesine seviyorum ama bunlar senin için değil Uluğ Bey için,” derdim.
Benim için Ahsen Abi gerçekten de Uluğ Bey’di. Onun hazinesiydi ve ben de Ali Kuşçu gibi ya da Kalender Karnaki gibi bu hazineyi korumalıydım. Kuzey, fazla içki içen insanlardan hiç hoşlanmaz, hoşlanmaz da ne demek, gözü döner! “Sarhoş bir adam gözlerimin önünde ölse, dönüp bakmam,” der. Ama işte Ahsen Abi’yi birlikte taşırdık, vücudu öyle ödem yapardı ki, her seferinde Ahsen Abi’den 3-4 torba idrar boşaltırdık. Bu işi Kuzey yapardı ben de takılırdım ona: “Kuzey, Uluğ Bey’in hazinesinden sana düşen işte bu idrar torbası.” Evet, idrar torbası da olsa bizim hazinemizdi.
Ahsen Abi’yi üç kişi ancak tuvalete götürebilirdik. Bir kolunda Kuzey, diğerinde Uğur. Boşta kalan benim, Ahsen Abi’nin altını temizlemek de benim vazifem. Ve hazinem.
Uluğ Bey’in, Babür’ün, Ahsen Abi’nin yanındayım
Ahsen Abi çok şeydi işte.
Her şeyden önce Uluğ Bey’di ve onun hazinesiydi.
Ali Şir Nevai ve Türkçeydi. Benim anadilimdi.
Son Timurlulardı, Babürlülerdi.
Ben ki Osmanlı’yı o kadar seven biri olarak kendimi hep Babürlü gibi hissetmişimdir. Ahsen Abi’nin Uluğ Bey’den sonraki ikinci anlamı da benim için Babürlülerdir.
Babür, 13 yaşında bir milletin sorumluluğunu üstlenmiş, bir imparatorluk kurmuştu, çok ihanete uğramıştı ama işte hiç kötü olmamıştı. Son Timurlu’yu okurken bazen insan şaşar, neden bu kadar iyi bu insanlar diye.
Ama işte Babürlülük iyilik demekti.
Ve iyilik, borsa yatırımı değildi, karşılık beklenerek yapılan bir ticari işlem değildi, karşılığı gelmeyince de pişmanlığı duyulacak bir yanlış yatırım kararı değildi.
İyilik yapılmazdı, iyi olunurdu.
İyi olunamıyorsa kötü olunurdu.
Arası yoktu.
İşte Ahsen Abi, çevirdiği romanlarla bana bu gerçeği öğretmişti.
Kendisinin son mesajında Ali Şir Nevai’den aktardığı gibi, insanlığı, insanlardan öğrenmek gerekirdi.
Ben de insanlığı Uluğ Bey’den, Ali Şir Nevai’den, Babür’den, Hanzade’den öğrenmiştim.
Elbette Ahsen Abi sayesinde.
O nedenle onu hiç bırakmadım son günlerinde.
Çünkü ben arada kalamazdım.
Uluğ Bey’in, Babür’ün ve Ahsen Abi’nin yanındaydım.