Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyet’i eksenli devlet politikaları ve demokrasisi üzerine yapılan karşılaştırmalar; ne yazık ki sağlam temeli olmayan birtakım görüşleri de peşinden getirmiştir.Kitle iletişim araçları ile yapılan provokasyonların hangi statüler ile ne şekilde makyajlandığına da başkaları adına utanarak şahit olmaktayız. Bugüne kadar amaçları herhangi bir tez üretmek yerine sadece Atatürk ve Cumhuriyet’e saldırmak, niteliksiz hale getirmek olanların; bunun karşılığında uluslararası emperyalizme ve onun popülaritesine yaranma ve hatta ödüllendirilme gayesi içinde olduklarını da büyük bir dikkatle izlemekteyiz. Tüm bunların doğrultusunda, bilinçli planlanan bu stratejilerin belirli lobilerin güdümü ve sponsorluğunda hazırlandığıve zaman zaman gündemde yaratılan tarihsel ve politik gerilimin kamuoyu üzerinde oluşturduğu etki de gözlerden kaçmamaktadır. Lakin unutulmamalıdır ki; tüm bu safsatalara gerçeklerle verecek her zaman cevabımız, cevaplarımız vardır.
Konumuza dönecek olursak; kısa başlıklar altında iki dönem arasındaki farklılıkları ve uygulamaları yazmak isterim.
Osmanlı’da çoğulculuğun politik yansımaları
Osmanlı’daki çoğulculuk, sadece imparatorluğun batılılaşma ve modernleşme süreçlerinde etkili olmuştur. Bu uygulama daülke sınırları içinde yaşayan azınlıkların ve farklı etnik grupların; hali hazırda güç kaybeden devlet mekanizması üzerinde kurduğu baskıdan dolayı bir zorunluluk hali olarak hayata geçirilmek istenilmiştir. Batıdaki ulus-devlet anlayışına karşı, Osmanlı’da çok kültürlü bir imparatorluk anlayışı sürdürülmeye çalışıldığı için Tanzimat dönemi (1839-1876) ve Islahat Fermanı (1856) gibi reformlarla, farklı grupların hakları bir dereceye kadar güvence altına alınmış fakat bu reformlar çoğu zaman sadece yerel düzeyde uygulanabilmiş ve imparatorluğun son dönemlerinde etnik ve dini çatışmalar artmıştır.
Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı’daki gayrimüslimlere verilen haklar, bazı Müslümanlar arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır. Geleneksel Osmanlı yapısına alışmış olan bazı Müslümanlar, gayrimüslimlere tanınan hakları eşitlikçi bir adalet anlayışı olarak görmemiş, bunun yerine dini ve etnik kimlikler üzerinden bir ayrımcılık olarak algılamışlardır. Bu durum, toplumsal huzursuzluklara yol açmıştır. Bu çatışmalar da Osmanlı’nın doğal devlet yapısının demokrasi ve demokratik uygulamalarla uyuşmadığını açıkça gözler önüne sermektedir.
Müslüman-Gayrimüslim ilişkileri
Özellikle taşrada, gayrimüslimlerle Müslümanlar arasında sosyal ve ekonomik rekabet artmış, bu da zaman zaman şiddetli çatışmalara neden olmuştur. Gayrimüslimlerin eğitim, ticaret ve devlet işlerinde daha fazla yer alması, özellikle kırsal alanda bazı Müslüman köylüler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu tepkiler toplum içinde sosyal anlamda da büyük bir gerginliğin ve ayrışmanın fitilini ateşlemiştir.
Hıristiyan ve Müslüman çatışmaları
19. yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlı’daki farklı Hristiyan gruplar (özellikle Ermeniler ve Rumlar) arasında hem dinî hem de etnik temelli gerilimler artmıştır. Bu dönemde, Hristiyanlar, kendi aralarındaki dini farklar nedeniyle bazen çatışmalar ve kaotik gelişmeler yaşamışlardır. Ayrıca, Batılı güçlerin Osmanlı içindeki Müslüman olmayan topluluklara yönelik desteği, bu gruplar arasında ayrılıkçılığı teşvik etmiş, bazı Hristiyan cemaatlerinin Osmanlı’dan ayrılma isteklerini gittikçe güçlendirmiştir.
Balkanlar ise, etnik ve dini çatışmalar oldukça fazla görüldüğü bölgeydi. Tanzimat reformları, özellikle Sırp, Hırvat, Yunan ve Bulgar gibi halkların Osmanlı yönetiminden bağımsızlık arayışlarını güçlendirmiş; toplulukların özgüvenini arttırmıştır. Balkanlar’da milliyetçilik hareketlerinin hızla yayılması hem Osmanlı İmparatorluğu’nu hem de bölgedeki farklı etnik grupları tehdit eder hale gelmiştir. 1875-1878 yılları arasında çıkan Balkan Ayaklanmaları, bu etnik çatışmaların doruk noktasıdır.
Ermeni Sorunu ve 1894-1896 Ermeni ayaklanmaları
Ermenilerin Osmanlı hükümetine karşı başlattığı ayaklanmalar, Tanzimat sonrası dönemde etnik ve dini çatışmaların ciddi bir şekilde artmasına yol açmıştır. 1894-1896 yıllarında, Osmanlı yönetiminin Ermeni nüfusuna karşı sert politikalar izlemesi ve bazı Ermeni gruplarının silahlı isyanları, Ermeni nüfusunun Osmanlı’dan ayrılma taleplerini pekiştirmiştir ve bölgedeki kaos gerilimini zirveye çıkarmıştır. Bu dönemde yaşanan şiddet olayları dönemin dünya siyaseti tarafından sert bir şekilde eleştirilmiş; tarih boyu sürecek sosyo-politik çekişmeye neden olmuştur.
Velhasıl tüm bu kısa örneklerin ve yazılmayan daha fazlasının sonucu olarak; Tanzimat reformları, Osmanlı İmparatorluğu’nda eşitlikçi bir yönetim anlayışını hayata geçirmeyi hedeflemiş olsa da bu reformlar aynı zamanda etnik ve dini kimliklerin daha belirgin hale gelmesine yol açmış, özellikle Batılılaşma süreci ve milliyetçilik akımlarının etkisiyle toplumsal huzursuzluklar artmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde, etnik ve dini çatışmalar, imparatorluğun çözülmesine giden yolda önemli bir faktör olmuştur. Bu süreç, aynı zamanda modern milliyetçilik hareketlerinin doğmasına ve imparatorluğun parçalanmasına zemin hazırlamıştır.
Şimdi gelelim Atatürk ve Cumhuriyet dönemi politikalara…
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in kurucusu olarak, Türk halkının özgürlüğünü, bağımsızlığını ve çağdaş medeniyetler seviyesini hedef alarak bir dizi devrim gerçekleştirmiştir. Ancak bu devrimler ve reformlar sadece toplumsal yapının modernizasyonunu değil, aynı zamanda Türkiye’deki etnik, dini ve kültürel çeşitliliğin yönetilmesini de içeriyordu. Atatürk dönemi, hem ulusal kimlik inşa etme çabaları hem de toplumsal çeşitliliği gözeten bir politikalar bütünü açısından önemli bir döneme işaret eder. Bu dönemde, çoğulcu bir toplumsal yapı inşa etme amacını güden çeşitli politikalar geliştirilmiş, ancak bu politika, belirli sınırlarla şekillenen ve zaman zaman tartışmalara yol açan bir süreç olmuştur.
Milliyetçilik ve etnik kimlik
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, Osmanlı’da görülen çok etnikli ve çok dinli yapıyı, modern bir ulus-devlet oluşturmak amacıyla dönüştürmeye yönelikti. Ancak Atatürk, çok etnikli bir yapıyı doğrudan savunmak yerine, “Türk milletini” birleştirici bir kimlik olarak tanımlayarak güçlü bir çatı oluşturmak istemiştir. Bu, etnik kimlikleri göz ardı etmekten ziyade, farklı etnik grupların bir ulusal kimlik altında birleşmesini hedefleyen bir politika olmuştur. Atatürk, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini benimseyerek, halklar arasında barışı sağlama ve tüm vatandaşların ortak bir ulusal kimlik etrafında birleşmesini teşvik ederek, değişen dünyadaki modern politik uygulamalara da ilham kaynağı olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türk milliyetçiliği, özellikle “Türkçülük” akımı üzerinden şekillenmiş ve etnik kimliklerin öne çıkarılmasına yönelik politikalar hayata geçirilmiştir. Ancak bu milliyetçilik anlayışı, Osmanlı’daki millet sistemi modelinden farklı olarak, etnik çeşitliliğin bastırılmasını değil, ulusal birliğin sağlanmasını hedeflemiştir. Türk dili ve kültürü, bu yeni ulusal kimliğin temel taşı olarak kabul edilmiştir.
Atatürk, “Türk milleti” ifadesini kullanarak, tüm etnik ve dini farklılıkların, tek bir ulusal kimlik altında birleşmesini savunmuştur. Bu, çoğulcu bir toplumsal yapıyı gözeten bir milliyetçilik anlayışıdır, çünkü Türk kimliği, etnik kökeni ne olursa olsun tüm vatandaşları içine alacak şekilde tanımlanmıştır. Günümüzde ise bu politikaya karşı çıkanlar etnik bölücü güdülerle; ülkenin ulus kimliğini zayıflatıp tüm dinamiklerini kapsayacak şekilde milli bir zaafa uğratmaktır.
Dini çoğulculuk ve laiklik
Atatürk’ün dini politikaları, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki dini çoğulculuktan farklı olarak, devleti dinin etkisinden uzaklaştıran bir laiklik anlayışına dayanıyordu. Laiklik, Atatürk’ün Cumhuriyet’in temel ilkelerinden biri olarak kabul edilmişti.Ancak laiklik, tüm dini inançları dışlamak değil, devletin din işlerinden bağımsız kalmasını sağlamak ve bireysel dini özgürlükleri güvence altına almak anlamına geliyordu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, devlet, dini çeşitliliğe saygı göstererek her vatandaşın kendi inancını özgürce yaşayabilmesini sağlamaya çalıştı. Atatürk’ün laiklik anlayışında, en basit tasvir ile din ve devlet işlerinin ayrılması vurgulandı, fakat bu, dini inançların tamamen dışlanması anlamına gelmedi. Aksine, farklı dini inançların varlığı, “özel alanda” korunarak, halkın inanç özgürlüğü güvence altına alındı.
Örneğin, Alevi, Şii ve Sünni Müslümanlar arasındaki dini farklılıklar, dini kurumlar aracılığıyla düzenli bir şekilde yönetilmiştir. Aynı şekilde, Türkiye’deki Hristiyan ve Yahudi cemaatlerine yönelik de dini özgürlükler tanınmış, kilise ve sinagoglar gibi dini ibadet yerleri korunmuştur. Ancak, Medeni Kanun ile, dinin devlet yönetimine etkisi en aza indirgenmiş ve kadın hakları gibi sosyal reformlar gerçekleştirilmiştir.
Çoğulculuk ve toplumsal devrimler
Atatürk, toplumsal yapının daha adil ve eşitlikçi hale gelmesi için bir dizi reform gerçekleştirmiştir. Bunlar arasında kadın hakları, eğitimde fırsat eşitliği ve sosyal güvenlik gibi alanlarda yapılan reformlar yer alır. Atatürk’ün kadınlara verdiği haklar, Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından biri olarak kabul edilir. 1934 yılında yapılan Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı düzenlemesi, Atatürk’ün toplumsal çeşitliliği ve eşitliği sağlamaya yönelik en önemli adımlarından biridir.
Ayrıca, eğitimdeki reformlar da çoğulculuğa katkı sağlamıştır. Atatürk, eğitimde fırsat eşitliğini savunmuş, farklı sosyal ve etnik kökenlerden gelen bireylerin aynı eğitim sistemine tabi olmalarını sağlamıştır.
Hal böyle iken; Atatürk dönemi, Türkiye’nin modernleşme sürecinde, toplumsal çeşitliliği gözeten ama aynı zamanda ulusal birliği pekiştiren bir dönem olmuştur.Atatürk, etnik, dini ve kültürel çeşitliliği reddetmek yerine, bu çeşitliliğin bir ulusal kimlik içinde barışçıl bir şekilde bir arada var olmasını amaçlamıştır. Bu anlayış, Cumhuriyet’in ilk yıllarında çeşitli zorluklarla karşılaşsa da, Türkiye’nin modernleşme sürecine önemli katkılarda bulunmuştur.
Bu yüzden iki farklı dönemi; iki farklı devleti ve politikalarını karşılaştırırken “işkembeden” atmamak gerekiyor. Birileri çıkıp alakasız ve hiçbir temele dayanmayan politik uygulamaları konu alarak; suni gündem yaratma gayesinde. Hatta Atatürk ve Cumhuriyet’in devlet politikalarını yıpratmayı kendilerine misyon edinmiş bir izlenim vermektedir. Lakin gerçek tektir ve kabul edilendir. Bu yüzden Mustafa Kemal’in bu ülkeye emanet bıraktığı Cumhuriyet devrimlerini; politikalarını ve demokrasi anlayışını sonuna kadar savunmak bu millettin her ferdinin asli görevidir. Tarihte ülkeyi işgal kuvvetlerine peşkeş çekenlerin güttüğü devlet politikaları karşısında ne Atatürk’ü; ne devrimleri ne de bu ülkenin ulusal kimliğini kimseye yem ettirmedik, ettirmeyiz!
Daha iyi anlamak isteyenler için Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kaleme aldığı “Nutuk” adlı eserini tavsiye ederim…