Futbol, hayatımızın bir parçası olmuştur hep…
Futbol, hayatımızın bir parçası diyoruz da aslında futbol ta kendisidir hayatın… Atılan goldeki sevinçten tutun, yenilen goldeki hüzne kadar hayattaki her şeyin karşılığı vardır futbolda… Zaten kitleler tarafından bu kadar sevilmesinin ardında yatan sebeplerden biri de budur belki.
Yürümeye başlayan bir çocuğun ilk yaptığı şeylerden biri önüne konan topa vurmak, sonra da etrafındaki insanların “gool!” diye bağırışlarını izlerken alkış tutmaktır. İlk çocukluk dönemimizde başlayan bu anlayış ömür boyu da devam eder.
Futbolla doğar,
Futbolla yaşar,
Futbolla ölürüz…
Sadece kişiler için değil, milletler için de böyledir. Modern devletlerden önce futbol kulüplerini kurmuşuzdur. Ne savaşlar ne krizler… Hiçbir şey durdurmaya yetmemiştir futbol müsabakalarını. Futbol her zaman var olmuştur.
Futbolun bu durdurulamazlığı, hayattan kopukluğundan değil aksine hayatın bir parçası olmasından gelir. Milletler en ağır şartlarda futbolla tutunur hayata.
Türkiye’nin üç büyük takımının da kuruluşu Cumhuriyetimizden öncedir. Altı asırlık imparatorluğun yavaş yavaş eriyerek yok olduğu bir dönemde Türk milletini hayata bağlayan damarlardan biri futbol olur. Kurtuluş Savaşı zamanı ve sonrasında da devam eder.
Sadece biz değil, pek çok millet benzer bir aşkla bağlıdır futbola. Futbol bir varoluş, bir kendini gösterme sahnesidir. Milli bir meseledir. Futbolda nasıl temsil ediliyorsanız dünya sizi öyle tanır. Futbol yıldızları birer simgedir bu anlamda. Örneğin Arjantin Maradona demektir Fransa Platini… Ronaldo Portekiz’i temsil ederken Pele’de Brezilya’yı görürüz.
Örnekler uzar gider… Sembol futbolcular o ülkelerin ete kemiğe bürünmüş halidir gözümüzde. Doğruluk payı da vardır aslında. Futbolcular yetiştikleri toplumun içinden çıkan halk çocuklarıdır genellikle. O yüzden kendilerini yetiştiren milletin özelliklerini de yansıtırlar. Dünyadaki pek çok insan, milletinizi yetiştirdiğiniz yıldız kadar tanır…
***
Türk milleti olarak bir Avrupa şampiyonasını geride bıraktık. Maçlarımızı oynadık, kendimizi tüm dünyaya gösterdik.
Bu kez biz de yıldızımızla gösterdik kendimizi.
Bu kez Arda Güler’imiz vardı bizim de.
Daha turnuva başlamadan milletçe Arda’yı konuşur olduk.
Arda ne yapacaktı?
“Abi” başarılı olacak mıydı?
Biraz merak, biraz da kaygıyla sorduk bu soruları kendimize. Sanki başarısız olsa evladımız, yeğenimiz başarısız olacaktı. Ailemizden biri olarak gördük Arda’yı. Hepimiz kendimize ait bir şey bulduk onda ve sadece futbol ile de açıklanmayacak bir sahiplenmeye girdik milletçe…
O da yüzümüzü kara çıkarmadı…
Arda 2 (kimilerine göre 3) asist ve 1 gol ile turnuvayı bitirdi. Burada, oynanan oyun, mevki, taktik, strateji konuşmayacağız elbette. Doğru taktik ve strateji ile maç kazanılır ama doğru yetişmiş oyuncularla çok daha önemli şeyler kazanırsınız.
Arda bu turnuvada Türkiye’nin sembol ismi oldu. Avrupa’da yıllardır bilinçli bir şekilde küçük görülen, aşağılanmaya çalışılan bir milletin aslında ne olduğunu gösterdi. Artık Türkiye deyince futbol taraftarının aklına fesli ucubeler değil, Arda geliyor. Sadece iyi bir futbolcu değil, futbolu zekasıyla oynayan, yeteneğini zekasıyla harmanlayan bir Arda. Sizin yirmi yılda yaratmak için didindiğiniz Siyasal İslam kokan Türkiyeli imajını dört maçta yıktı. Belki de en büyük çalımı bu Türk düşmanı güruha attı.
Sadece Türk düşmanları değil, Siyasal İslamcılar da yedi aynı çalımı. Arda, oynadığı az süreye ve kısa futbol kariyerine rağmen bambaşka bir Müslüman portresi çizmeyi başardı. Aslında yobazların eline bırakılmayan, Türk’e ait İslam anlayışının nasıl bir felsefe olduğunu da gösterdi tüm dünyaya.
Arda henüz on dokuz yaşında… 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası da Arda’nın katıldığı ilk turnuvaydı. Daha önünde uzun bir kariyer olacak. Sahada fiilen yaptığı kaptanlığı, Türk’ü dünyaya anlatarak saha dışında da yapacağı uzun yılları olacak.
Arda, Ergenekon’daki Bozkurt misali uzun yıllar yol göstermeye devam edecek…
Türk önde, Türk ileri!