Dün, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük laiklik adımlarından biri olan 3 Mart Devrim Yasalarının TBMM’de kabul edilmesinin 100. yıl dönümüydü.
Devrim Yasaları; Tevhidi Tedrisat Kanunu, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması ve Hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkarılmasına dair kabul edilen kanunlardır.
Bütünlüklü olarak bakıldığında, tüm bu kanunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, çağdaş bir ulus olabilmesi için çıkarılması elzem olan kanunlardır. Ve elbette ki bu kanunların ve diğer tüm Cumhuriyet devrimlerinin gerçekleşmesinde herkesten çok Atatürk’ün payı vardır.
Gençlik yıllarından beri cumhuriyetçi ve laik görüşlere sahip olan Atatürk, daha Milli Mücadele’yi başlatmak için Samsun’a çıkarken hedefi laik bir cumhuriyetti ve savaş koşullarında dahi bu hedefine yönelik adımlar atmıştı.
Bu adımlar ne miydi?
İlk adım hiç şüphesiz 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıydı.
Sırasıyla; Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kabul edilmesi, Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, Şapka Devrimi, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, “Devletin dini İslam’dır” ibaresinin Anayasa’dan çıkarılması ve laiklik ilkesinin Anayasa’ya girişi, Türkiye’nin uluslaşması ve çağdaş, laik bir ülke haline gelmesi için atılmış adımlardı.
Bu devrimlerin bazıları yönetim şeklinin belirlenmesi için yapılmış gibi görünse de Türkiye’de cumhuriyet ve laiklik mücadelesi birbirlerinden ayrı değil aksine birlikte ve birbirlerini destekler bir şekilde ilerlemiştir.
Tüm bu devrimler tek bir şeye hizmet etmiştir; Türk milletinin uluslaşmasına!
Çünkü hakimiyetin millete verilmesi ile Orta Çağ’dan kalma dinsel yapının yıkılması birbirinden bağımsız süreçler değildir. Tarih de çok açık bir şekilde göstermiştir ki, bu süreçler ancak birlikte yürütülerek başarı sağlanabilir. Sadece laiklik üzerinden veya sadece cumhuriyetçilik üzerinden bir mücadele ile başarılı olunamaz.
Atatürk’ün Altı Ok’u, bu anlamda bütünlüklü bir devrim programıdır. Bunlardan herhangi birini ötelemek, değiştirmek, yok saymak, devrim mücadelesine de zarar verir. Milliyetçilik olmadan halkçılık, laiklik olmadan cumhuriyetçilik, devrimcilik olmadan devletçilik ve diğer tüm okların hepsi eksik kalır.
Elbette bu mücadelenin bir önderi de vardır: Atatürk, 1920-1937 arasındaki bu kesintisiz mücadelenin her safhasında Türk milletine önderlik etmiştir. Devrimler, Atatürk’ün ölümünden sonra devam etmemiş, karşı devrim süreci başlamıştır. Sırf bu olgu bile Atatürk’ün laiklik mücadelesindeki önder rolünü anlamak için yeterlidir.
Bu kavramlar belki Atatürk’ten önce de Osmanlı aydınları arasında tartışılıyordu ama Atatürk’e kadar hiç kimse bunları hayata geçirmeye cesaret edemedi. Bırakın hayata geçirmeyi, Atatürk’ün en yakınındakiler bile Cumhuriyet’in kurulacağını, laik bir devlet ve toplumsal yapı inşa edileceğini tahayyül edemedi. İşte Atatürk’ü bu kadar büyük yapan da kimsenin hayal edemediğini etmek ve kimsenin cesaret edemediğini yapmaktı.
Devrim Yasalarının kabulünü kutladığımız şu günlerde kimi çevrelerin laiklik ve cumhuriyetçilik mücadelesini ön plana çıkardıkları görülmektedir. Basında çıkan yazılar, yapılan yürüyüşler, ilgililerin dikkatini çekmektedir. Özellikle bazı “sol” çevrelerin öncülük ettiği bu laiklik mücadelesinin çok önemli bir eksiği var: Atatürk!
Atatürk’ün Türkiye’ye getirdiği laiklik ve cumhuriyete sahip çıkarak AKP’ye karşı cephe açan bu kesimler, mücadelelerinde Atatürk’e yer verememektedirler. Bunun temel sebebi elbette ideolojiktir. İdeolojik olarak ulus devlete karşı olan bu kesimler, elbette Türk milletini ümmetten ulusa dönüştüren Atatürk’e karşıdırlar ve eylemlerinde de söylemlerinde de Atatürk’e yer veremezler.
Ancak başta bu çevreler olmak üzere herkesin bilmesi gereken bir şey var: Türkiye’de laikliğin fikir babası da, uygulayıcısı da Atatürk’tür ve Atatürk’ten bağımsız bir laiklik mücadelesi verilemez!