AB’nin en büyük korkusu: Göç
Avrupa Birliği (AB), göçmenlerin Avrupa’ya girişini ve sığınmacı olarak kabulünü zorlaştıran yeni sığınma ve göç anlaşmasını geçtiğimiz günlerde kabul etti.
AB ülkeleri, 2015 yılında başlayan büyük göçmen hareketinden bu yana göç dalgasına karşı ortak bir politika geliştirme çalışmalarına rağmen, göçün belirli ülkelerde yoğunlaşması ortak bir tavır gelişmesine engel oluyordu.
“Büyük göç hareketi” olarak nitelenen ise, son on senede bir milyondan fazla mültecinin Avrupa ülkelerine giriş yapmış olması.
Türkiye’nin barındırdığı milyonlarca mülteci ile kıyaslandığında bu rakamın ne kadar düşük olduğu ortaya çıkıyor.
Ancak bu seviyedeki rakamlar bile tüm Avrupa açısından ürkütücü.
Avrupa ülkelerinin göç hareketine eşit miktarda maruz kalmaması ve göçün özellikle belirli ülkelerde yoğunlaşması ortak bir politikanın oluşmasının önünde bir engeldi.
Yine de son on senelik dönemde mültecilerin sayıca az olduğu ülkelerde bile yaşanan olaylar, yerleşik toplumun tepkisiyle karşılaştı.
İktidarda olan sol partiler göç sorununa karşı bir çözüm üretmediği için göçmen sorunu üzerinden siyaset üreten partiler hızla büyüdü.
Ortak politika geliştirme zorunluluğu
Ortaya çıkan siyasi atmosfer, Avrupa ülkeleri iktidarlarını ortak bir politika geliştirmek zorunda bırakıyor.
Göçmen karşıtı sağ partilerin güçlenmesini “faşizmin yükselişi” olarak açıklamak kolaycı bir yol ve gerçeği tam olarak ifade etmiyor.
Avrupa, “göçmenlerin entegrasyonu” fikrinin gerçekleşmeyecek bir hayal olduğu ve bu fikre dayalı olarak geliştirilen politikaların daha büyük toplumsal olaylara sebebiyet vereceği gerçeğiyle yüzleşiyor.
Sürecin başlangıcında “ucuz emek gücü” pazarının oluşması, göç hareketinin nereye doğru evrileceği konusundaki endişeleri ikinci plana atsa da göçmen nüfusun sebep olduğu çatışma ortamı güvenlik konusunu yeniden ön plana taşıdı.
Ortak bir politika oluşturarak, “Avrupa sınırlarını” korumaya yönelik bir yasa çalışmasının temelinde, göçmen meselesinin artarak büyüyeceğine dair bir endişe yatıyor.
Kaçak göçmenler engellenemiyor
Alınan tedbirlere rağmen, yeni yollar üzerinden iltica etmeye çalışan göçmen sayısı, her geçen gün artıyor. Avrupa’ya geçebilmek için hayatını riske atabilecek nüfus, fazlasıyla artmış durumda ve güvenlik bariyerleri ancak bir noktaya kadar işe yarıyor. İnsan kaçakçılığı ise önüne geçilemeyen çok büyük bir sektör haline gelmiş durumda.
Kabul edilen yeni göç yasası henüz yürürlüğe girmedi. Yasanın tüm üye ülke parlamentolarında onaylanmasının ardından, 2026 yılında yürürlüğe girecek.
Buradaki amaç “ortak bir tavır” ortaya koyarak, göçmen sorununun domino etkisi yaratmasına karşı bir politika geliştirmek…
İtalya İçişleri Bakanı yaptığı açıklamada “bugünün tarihi bir gün olduğunu; bir yere varmadıklarını ancak yola çıktıklarını” söylüyor.
Bugüne kadar birlik üyesi her ülke, kendi sınırlarını korumaya çalışıyordu. Bu yüzden de özellikle Yunanistan gibi ülkeler, sınırlarına yönelik bir göç hareketini diğer üye ülkelere “süpürerek” bertaraf etmeye çalışıyordu.
Yapılan anlaşma, göçmen meselesinin Avrupa’nın “ortak” ve en önemli sorunu olduğunu ifade eden “bir irade beyanı” anlamına geliyor.
Yeni yasa ne getiriyor?
Gelinen noktada Avrupa, kendi etrafında bir “kalkan” oluşturmak suretiyle, göçmenlerin iç kısımlara doğru geçişlerine engel olmaya çalışacak. Yeni yasanın çıkış noktası, göç baskısı altındaki hedef ülkelerin, karşı karşıya kaldıkları mülteci yüküne engel olmak.
BBC’nin verdiği bilgilere göre AB üyesi ülkelere, İtalya ve Yunanistan gibi sığınmacı akınının yoğun olduğu ülkelerin yükünü hafifletmek için iki seçenek sunuluyor.
Üye ülkeler ya Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerdeki sığınmacıları kendi topraklarına kabul edecek, bunu yapmak istemezlerse de İtalya ve Yunanistan gibi varış ülkelerine, sığınmacı başına 20 bin euro ödeyecek.
Avrupa dış sınırlarında sığınma başvurusu yapanlar arasında hızlı bir tarama yapılacak.
Pakistan, Bangladeş, Fas ve Cezayir gibi ülkelerden gelen sığınmacılar, hareket özgürlüğünün kısıtlı olduğu kapalı merkezlerde tutulacak.
Bu kişilerin sığınma başvuruları çok kısa sürede sonuçlandırılacak. Sığınma başvurusu kabul edilmeyenler, derhal geri gönderilecek.
Kaçak göçmenlerin hangi ülkeye gönderileceği kararı, göçmeni gönderecek ülkenin kendisine bırakılıyor. Bu konuda AB düzeyinde bir karar alınmayacak.
Sığınmacı başvurusu kabul edilmeyen bir göçmen, başvuru yaptığı ülke tarafından “güvenli” olarak tanımlanan bir diğer ülkeye gönderilebilecek. Ancak üye ülkenin, göçmenle göçmenin gönderileceği ülke arasında bir “bağlantı” sunması gerekecek.
Bu nokta tam da Türkiye’yi ilgilendiriyor.
Türkiye’den yeni göç anlaşmaları
Her ne kadar AB üyesi olmasa da geçtiğimiz aylarda İngiltere ve Türkiye arasında yeni bir göç anlaşması imzalanmış, kamuoyu bu anlaşmadan İngiliz hükümetinin açıklaması aracılığıyla haberdar olmuştu.
Yine geçtiğimiz ay Tayyip Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinde, Miçotakis’in “göçmen meselesi konusunda önemli kazanımlar elde edildiğini” söylemesi de önemli.
Bu “kazanım”ların ne olduğu henüz bilinmiyor.
Ancak Türkiye “kendi ülkesinden transit olarak AB üyesi ülkelere düzensiz olarak geçen 3. ülke vatandaşı veya vatansız göçmenleri geri alma taahhüdü” anlamına gelen Geri Kabul Anlaşması’nı imzaladığı için Avrupa ülkelerinin kabul etmediği sığınmacıların gidebileceği “potansiyel ülke” konumunda.
Avrupa ülkeleri ortak politika noktasına nasıl geldi?
Yaşanan olaylar göçmenlerin yerleştikleri ülkeye “entegre” olmasının mümkün olmadığını; sayıca artan göçmen nüfusun, ülke güvenliğine yönelik bir tehdit unsuru oluşturduğunu ortaya koyuyor.
Geçtiğimiz ay İrlanda gibi göçmen sayısının çok az olduğu bir ülkede, bir göçmenin faili olduğu bıçaklama olayı, İrlandalıların sokağa dökülmesine ve çatışmalar yaşanmasına yol açtı. İrlanda gibi güvenlik sorunu yaşamayan bir ülkede böylesi bir çatışmanın çıkmış olması kimileri için şaşırtıcı olsa da, bu çatışma göçmenlerin bulunduğu her yerde oluşan geriliminin doğal bir sonucu.
İrlandalıların, Filistin konusunda İsrail’e verdiği destek gerekçesiyle Müslümanlara yönelik bir komplonun organize edildiğinin iddia etmesi, Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşanan çatışmaları açıklamıyor.
İngiltere, yüzen hapishaneler inşa ederek kaçak göçmenleri karadan uzak tutmaya çalışıyor. Diğer taraftan hükümetin göçmenleri Ruanda’ya gönderme planı, her ne kadar yargıdan dönmüş olsa bile, İngiliz hükümeti bu konuda kararlı olduğunu ve yeni bir düzenlemeyle tasarının hayata geçirileceğini açıkladı.
İsveç gibi göçmenlerin nispeten daha az sayıda olduğu bir ülkede de yaşanan olaylar sonucunda İsveç ordusu iç güvenliğe müdahil olmuştu.
Tüm yaşanan bu olaylar zincirleme biçimde farklı ülkelerdeki çatışmaları da tetikliyor.
Çatışmalar “yeni kuşak göçmenler”le sınırlı değil
Üstelik “yeni kuşak göçmenler” sebebiyle yaşanan bu çatışmalar, Fransa ve Belçika gibi ülkelerde çok daha uzun süredir yaşayan farklı etnik gruplar arasında da bir hareketliliğe sebep oluyor.
Paris’te yaşanan Mağripli gösterileri, Fransa’da uzun zamandır yerleşik olarak yaşayan Kuzey Afrikalı nüfusun yaşadıkları ülkeyle “kaynaşmadıklarını” açık biçimde gösterdi.
Yüz binlerce Mağrip kökenli gösterici, Fransa’nın değişik bölgelerinde mağazalara saldırdı, çeşitli kamu binalarını ateşe verdi.
Olaylar çok kısa sürede Avrupa’nın diğer ülkelerine de yayıldı.
Her ne kadar farklı dönemde gelseler bile, etnik grupların çok kısa bir sürede organize olarak örgütlü biçimde şiddet olaylarına yönelmeleri, Avrupa’nın gündeminde “göçmen meselesini” en önemli tartışma konusu haline getiriyor.
Avrupa tedbir alıyor, Türkiye susturuyor!
Batı ülkeleri göçmen dalgasına karşı kendini korumaya alırken Türkiye’de ise yaşanılan süreç ters yönde gelişiyor.
Göçmen sorunu üzerine paylaşım yapan sosyal medya yöneticilerinin tutuklandıkları bir ülkede yaşıyoruz artık.
Türkiye’deki göçmen sayısı çok daha fazla olmasına rağmen…
“Kaçak göçmenlere” yönelik yapıldığı söylenilen operasyonların hiçbir anlamı yok.
Kayıtlı ya da kayıtsız göçmen nüfusunun Türkiye açısından çok daha büyük bir güvenlik sorunu yarattığı her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor.
Göçmenlerin kalıcılaşma tehlikesi
AKP iktidarının demografi politikası sayesinde göçmenler Türkiye’de “kalıcılaşma” adına çok önemli bir mesafe kat etmiş durumdalar.
Avrupa’nın göç dalgasından kendisini koruması, Türkiye’deki göçmenlerin “kalıcı” olmasıyla yakından ilişkili.
Yeni göç tasarısı konuşurken en fazla örnek verilen olaylardan bir tanesi de, Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko’nun geçtiğimiz senelerde Avrupa’yı ülkesinin sınırlarını açmakla tehdit etmesiydi.
Benzer bir açıklamayı Tayyip Erdoğan da yapmış ve “Batı yük paylaşımına girmezse kapıları açarız” demişti.
Avrupa’nın ortak göç politikasının oluşturmasının sebeplerinden bir tanesi de bu tarz bir ihtimale karşı tedbir alabilmek.
Sınır kapılarının açılması sadece sınır olan ülkelerin değil, tüm Avrupa’nın ortak konusu haline gelecek.
Bu yüzden de Türkiye’nin Tunus gibi ülkelerle birlikte “gönüllü olarak” göçmen nüfusu koruması ve kollaması, Avrupa açısından büyük önem taşıyor.
İtalya Başbakanı Meloni’nin yakın tarihteki Tunus ziyaretinin esas gündem maddesi de Tunus’un “gönüllü bir göçmen üssü” haline getirilmesi olacak.
Türkiye ise uzun zamandır göç hareketinin merkez üssü haline gelmiş durumda.
Pakistan’ın bile Afganları ülkelerine geri gönderdiği, Ürdün’ün Suriye ile anlaşarak göçmenleri iade ettiği bir dönemde, Türkiye bir barınma ve aktarma merkezi olmaya devam ediyor.
Göçmen sorununu yansıtan sosyal medya paylaşımları ise kesilmiş durumda.
Bazı troller bunu “provokatörlerin tutuklanmasıyla” açıklamaya çalışıyor; ancak gerçekte olan şey sadece yaşanan olaylardan haberimizin olmaması.
Milyonlarca göçmenin varlığı, her geçen gün sorunun çözümünü daha zor hale getirdiği gibi ulusal güvenlik sorununu da arttırıyor.
Seçimler öncesinde en önemli siyasi gündem olarak konuşulan bu mesele, artık bir tartışma konusu olmaktan bile çıkmış durumda.
Türkiye, Avrupa ülkeleri gibi net adımlar atmadıktan sonra gelecek kuşakların üzerine büyük bir yük bırakmış olacak.