Avrupa Parlamentosu seçimlerinin çok da sürpriz olmayan sonuçları artçılarıyla sarsmaya devam ediyor.
Daha önceki yazılarda da belirttiğim üzere, Kıta Avrupası ülkeleri tarihi bir sürecin doğal sonucu olarak birlikte hareket etmek zaruretindedirler. Elbette başlamış ve devam etmekte olan süreç bugüne kadar farklı yerlere evrilmiş, belirli dönemlerde kendi içinde veya dış kaynaklı/ küresel sorunlarla karşılaşmış, bunların bazılarını iyi yönetebilmiş bazılarında ise çözüm üretememiştir. Çözüm arayışlarının bunalıma dönüştüğü her yerde beklenen toplumsal tepki Avrupa’da da aşırı sağın yoğun propagandası ve ortaya çıkan seçim sonuçlarıyla birlikte görülmüştür.
Bu sağ yükselişin, Almanya ve Fransa gibi birliğin iki büyük ülkesindeki hükümetlerin Ukrayna politikasına doğrudan bir etki yapabilmesi çok mümkün görünmüyor. Göç ve entegrasyon politikasındaki baskılarıyla başlangıç aşamasında bazı sonuçlar alabilecek olsalar da istenilen amaca ulaşamayacaklardır. Çünkü en başta görmek istemedikleri bir gerçek var; Avrupa’nın endüstriyel kalkınmışlıktaki lokomotif ülkelerinin sosyal-kültürel yapıları ciddi değişimlere uğramış ve bir takım yeni alışkanlıklar ortaya çıkmıştır. Bugün her şeye rağmen, Avrupa açık bir toplumdur ve bunu geriye döndürmek çok zordur.
Uzunca bir müddettir sağ partiler ve bunların bağlı kuruluşları tarafından yapılagelen propagandanın salt popülist propaganda olduğu açıktır. Ortak politikalarda yan çizen, yer yer ayrılıkçı söylemlerde bulunan Avrupa sağı, üstelik maya tutmaya başlamış bir yeni Avrupa sosyolojisine karşı tekerleği geriye döndürmeye uğraşıyorsa bu ciddi anlamda tarihi bir meydan okuyuştur, ayrıca farklılıklarıyla var olmak isteyen Avrupa halklarına ve inanç gruplarına karşı da bir tehdittir.
Pek tabi o zaviyeden bakıldığında bugünün yaşlı ve bilge Avrupası da (özelde ulus devletler) Büyük Roma’nın Kavimler Göçü ya da imparatorluğun Hıristiyanlaşma sürecine benzer varoluşsal bir tehdit altındadır. Dolayısıyla tehdit algısının zirve yaptığı zamanlarda başka topluluklar gibi Avrupa toplumunun da çok temel insan hakkını, kendi ilkelerini çiğnemekte bir beis görmediğine şahit oluyoruz.
Bir diğer yandan, Rusya ile devam eden vekalet savaşında söylemlerin güçlü bir eyleme dönüşebilmesi veya zorlayıcı olmaları Avrupa adına ciddi gerilemenin kabulü olacaktır ki- bu da mevcut konjonktürde kabul edilemez. Bu parti gruplarının bu varoluşsal kaygılarla geliştirdikleri “ortak politik yol” herkesin kendi kabuğuna çekildiği olabildiğince gevşek konfederatif bir Avrupa Birliği’dir.
O halde sağ siyaset için daha rasyonel görünen olası hamle, birliğin tamamen korumacı ve daha içe kapanık tam da kendi dünyalarına ve korkularına uygun bir biçimde yeniden yapılandırmasıdır.
Kabul etmek gerekir ki, bu aşırı korumacı yol ve yöntemler Avrupa merkez sağı üzerinde etkili olabilse ve hatta Fransa’da (ve belki de çok yakın bir zamanda Almanya’da) ulusal seçimlerde iktidar olsa bile günümüz reel politiğinde Avrupa çıkarına bir cevap veremeyecektir. Çünkü küreselleşme ve üretim ilişkileri öyle noktalara varmıştır ki, koşullar bu saatten sonra dünyanın geri kalanından kopuk bir biçimde yepyeni bir endüstri devrimiyle Avrupa’nın sıçrama yapabilmesini olanaklı kılmıyor.
Popülist söylemlerle seçim başarısı elde eden sağ unsurların AB politikalarına bir yere kadar domine edebilmesini bekliyorum. Ancak, yukarıda saydığım koşullardan ötürü pek mümkün görünmese de, tüm kısıtları aşarak kendi programları doğrultusunda köklü değişimler başarabilmeleri halinde bunun tarihi bir kırılma anı olacağını şimdiden söyleyebilirim.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği biterken ABD-Çin siyasi gerilimi ve BRICS ülkelerinin ekonomik gücü karşısında Avrupa devletlerinin zaruri birlikteliği…
Ve yine bu birliğin tam üye olamamış fakat nüfus ve jeopolitik etkisiyle içinde sayılabilecek “aday ülke”: Türkiye.
Türkiye’nin her iki taraftaki mevcut siyasi yapıyla birliğe üye olması imkânsız. Kaldı ki, Türkiye’nin AB ile ilişkileri çok uzun zamandır yanlış bir zeminde yürüyor daha doğrusu yürüyemiyor! Bu aşamalarda en kritik hata 2004’de Kıbrıs Rum Kesimi’nin tüm adayı temsilen üye yapılması oldu ve bu hukuksuzluğa engel olunamadı. Kıbrıs’taki statü değişmediği müddetçe Türkiye zaten tam üye olamayacaktır. Fakat Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa üzerinde hegemonya kurabilmesi için olmazsa olmaz bir gereklilik değildir. Burada ve çeşitli vesilelerle açıklamaya çalıştığım gibi beşeri etkileşimleriyle ve kurucu üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi üzerinden politikaya müdahil olmalıdır. Başta vize rezaleti olmak üzere mütekabiliyete dayalı onurlu bir ilişki seviyesi tutturabilmelidir. Türkiye’nin onurlu yurttaşlarına kapılarda sürünmek yakışmıyor.
Mutlu YILMAZ, 14 Haziran 2024, Kopenhag