Enkaza dönmüş bir şehir: Antakya
İkinci günün sabahındayız erkenden Antakya’ya doğru çıkıyoruz.
Antakya…
Mustafa Kemal’in emaneti…
Sevdiğim güzel şehirlerden biridir ama ilk kez böyle tedirgin gidiyorum Antakya’ya…
Günlerdir kötü haberler alıyoruz Antakya’dan. İşte şimdi gidip göreceğiz…
İskenderun‘dan hareket ettikten hemen sonra trafik yoğunlaşıyor. Ama işin ilginç kısmı asıl karşı şeritte çok yoğun bir trafiğin olması. İnsanlar adeta kaçıyor Antakya’dan.
Daha girişte korkunç manzara bizi karşılıyor. Şehrin yarısı yıkılmış durumda. Kalan yarısının çoğu da ağır hasarlı. Belki giriş böyledir deyip ilerliyoruz. Ama manzara değişmiyor hatta kötüleşiyor.
Yan yatan birbirine yaslanan koca apartmanlar, önlerinde yaktıkları ateşle ısınan insanlar.
Burada apartmanlar değil sokaklar yıkılmış durumda. Sokakların pek çoğuna girilemiyor.
Yıkım ne kadar ağırsa, şehirdeki dayanışma da o kadar güçlü. Ülkenin dört bir yanından yardım akmış buraya.
Belki Antakyalının yarasına merhem olmayacak ama en azından Antakyalı yalnız olmadığını hissediyor. Böyle bir afette ekmek kadar, su kadar önemli.
Hele ki devletin yok saydığı, kaderine terk ettiği bir zamanda…
“Devlet yoksa da millet var” dercesine toplumun farklı kesimlerini görüyorsunuz burada.
Hepsini değil ama…
Bir de yurtdışından gelen dostlar var burada.
Kara gün dostları…
Hiç bir çıkar gözetmeden, bir kişi daha enkazdan canlı çıksın diye uğraşan didinen “el oğulları”…
Antakya’daki bir doktor arkadaşımla konuşuyorum. Ailesini güvenli bir yere alıp görevinin başına dönüyor. Buradaki herkes gibi onun da enkaz altında sevdikleri var. Bir yandan hasta bakıyor bir yandan da, artık umutlar azalsa da, enkazdaki akrabalarından güzel haberler bekliyor.
“Hepsinin hesabı sorulacak. Ama önce bir şunu atlatalım” diyor.
Antakya artık yok. Antakya’nın yaralarını sarmak değil yeniden inşa etmek gerekiyor. Tarih boyunca çok büyük badireler atlatan, her seferinde ayağa kalkmasını bilen bu şehir, yine ayağa kalkabilecek mi? Belki de Antakya eskisi gibi olmayacak ama artık bu ülkede hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Hep birlikte göreceğiz.
AKP kalelerindeki sessizlik
Geceyi İslâhiye’nin girişinde geçiriyoruz. Şehre yardıma gelen herkes burada buluşmuş adeta.
Ülkenin dört bir yanımdan gelen çeşit çeşit insanlar.
Farklı arka planları, hayata farklı bakış açıları olsa da herkesin anlaştığı bir nokta var:
Biz buradayız, devlet nerede?
Günün ilk saatlerinde şehre giriyoruz. Daha doğrusu şehirden geri kalanlara…
İslâhiye’de büyük bir yıkım var.
Diğer afet bölgeleri gibi burası da hayalet şehre dönmüş durumda. Her köşede polis ve asker var. Hem asayişi sağlıyor, hem de kurtarma çalışmalarında görev alıyorlar. Zaman zaman hırsızlık olayları olsa da bir yağma durumu yok. Dükkânlar yerli yerinde. Hatta bir kısmının vitrin camları olmamasına rağmen içlerine giren olmamış.
Bir hırsızlık olayıyla biz de karşılaştık. Vatandaş hırsızı yakaladı, adamı darp etti, Suriyelilerin nasıl yağmacı olduğunu bağırdılar suratına ama hırsız Türk çıktı.
İnsanların kaybı var ve acıları büyük. Tepkilerini doğru yere yönlendiremiyorlar. Umarım o da olur.
Sonraki durağımız Nurdağı… Orada da farklı bir manzara yok. Evleri yıkılmış, boynu bükük insanlar enkaz başında mucizelerin gerçekleşmesini bekliyor. Zaten şehirde pek de kimse yok.
Olanlar ya enkaz başında ya da enkaz altında…
Daha sonra Antep’teyiz. Ürkerek geldiğimiz bu şehir umutlarımızı yeşertiyor adeta. Yıkılan bina görmüyoruz. Hayat normal seyrinde ilerliyor gibi görünüyor. Fakat bu sadece görünen yüzü. Burası da bomboş. Yıkım olmasa da sarsıntının yarattığı tedirginlik şehri sarmış durumda.
Sırada depremin merkezi Pazarcık var. Burada da yıkık binalar bizi karşılıyor. Ama artık binaların büyük kısmında çalışmalar durmuş. Çünkü artık çıkarma ümidi kalmamış.
Bugün AKP’nin kalesi sayılan yerleşim yerlerindeydik. Bölgenin atmosferini tek kelime ile özetleyebiliriz: Sessizlik.
Canından, malından olan bu kitle, tüm bunların ötesinde bir şok yaşıyor adeta. Kendisine yıllardır dayatılan bir gerçekliğin yalan olduğu öğreniyor: Güçlü Türkiye yalanı. Üstelik bu yalanı öğrenmenin bedelini canıyla ve malıyla ödüyor.
Karşılaştığımız bu sessizlik sanki bir karar aşamasının öncesindeki sessizlik. Bundan sonra olacakları da yaşayarak öğreneceğiz.
Afetzedeler battaniyelerle uğurluyor sevdiklerini…
Sabahın erken saatleriyle bu kez Gölbaşı’na geliyoruz. Yıkım burada da çok fazla. İnsan ilk başta “çok fazla yüksek bina yok, kurtulan olmuştur” diye düşünüyor ama acı bütün soğukluğuyla yüzünüze çarpıyor…
Gölbaşı gördüğümüz afet bölgeleri arasında en soğuğu. Deprem günü yağan kar hâlâ yerlerde. Zaten burada acıyı bir katman daha arttıran şey soğuk.
Her yer gibi buraya da yardım geç ulaşmış. Arama kurtarmaya ikinci günün sonunda başlanmış.
Gölbaşı’nda deprem değilmiş insanları öldüren. Yıkılan binalardan bir süre sesler gelse de ikinci gün kesilmiş. Deprem değil soğuktan ölmüş insanlar. İnsanlar bir umutla o gelecek yardımı beklemiş.
Burada çalışmalar daha önce başlasaymış durum çok farklı olacakmış.
Çaresizlik ve acı o kadar büyük ki, tarif etmek inanın çok zor. Konuştuklarımızdan birisi “ilk sarsıntıyla dışarı çıktık. Bize o gün iki seçenek sunuldu. Ya depremden ölecektik ya da soğuktan. Öyle bir soğuk vardı ki, ben bir süre sonra ailemi alıp içeri girdim”
Başka bir vatandaş ile konuşuyoruz. Parmağıyla marketin olduğu yarısı çökmüş bir binayı gösteriyor. “İşte ben şu markete girip yiyecek bir şeyler aldım. Yağma ise yağma yaptım. Anneyim ben, soğukta evlatlarımı aç mı koysaydım? Buraya yardım gelmezse kendi başımın çaresine bakarım. Allah affetsin.”
Gördüğümüz tüm şehirlerin ortak özelliği hepsinin önceden dağ yamacına kurulmuş, sonradan ovaya doğru genişlemiş olması. Ve hepsinde de yıkım ova tarafında gerçekleşmiş. Atalarımızın yıllardır ovalara ev yapmamasının boşuna olmadığını bir kez daha anlıyorsunuz.
Her yerdeki üzüntü şaşkınlık ve çaresizlik arası o garip ruh hali burada da var.
Afet bölgesinin dışında olayları izleyen insanlarda bir suçluluk hissi vardır. “Bu kadar insan böyle bir felaket yaşayışken ben nasıl rahat yatağımda yatarım” diye düşünür. Burada da benzer bir durum hâkim aslında.
Etrafta o kadar büyük acı var ki, ailesini kurtaran sevinmeye utanıyor adeta.
Bir de burada sürekli mezarlardan insanlar çıkıyor, dışarıdakiler de mezara giriyor. Bugün bir enkazda cenazesini bekleyen bir amcanın yanına başka bir amca geldi. Biri diğerinin öldüğünü duymuş. Dakikalarca sarılıp ağladılar. Birbirleri için yeniden doğdular. Maalesef tam tersi de sık yaşanıyor.
Tüm acıları ve unutulmuşluğu ile Gölbaşı’dan ayrılıp Kahramanmaraş’a geçiyoruz. Başta ufak hasarlı binalar bizi karşılasa da şehir merkezine inince yine bir dehşet tablosu ile karşılaşıyoruz. Ana caddede hasarsız tek bina “Eski Türkiye”den kalma Valilik binası. Her tarafta yıkılmış binalar var. Maraş’ta yıkım öbek öbek gerçekleşmiş, şehir sanki bombalanmış gibi…
Artık arama kurtarma çalışmaları neredeyse tamamen bitmiş. Arama-kurtarma ekiplerinin yerini enkazı kaldırmak için gelen hafriyat kamyonları alıyor. Yine de birkaç binadan hala battaniye isteniyor.
Battaniye demek ölü çıkarılacak anlamına geliyor. Ölüler battaniyeye sarılmadan çıkartılmıyor enkazlardan…
Aslında her şey bu afetteki geç kalınmışlığı gösteriyor. Devletin vatandaş üşümesin diye göndermesi gereken battaniyeler, geç kalındığı için ceset taşımada kullanılıyor.
Sanayi ve Teknoloji Bakanı çıkıp üretilen bir milyon battaniye ile övünüyor.
Ne diyelim…
Eserinizle gurur duyun…
Balkanlardan Maraş’a… Anadolu, millete sahip çıkıyor
Dönüş yolundayız. Hafriyat kamyonlarının temizlediği Maraş’tan ayrılıyoruz. Yollar tıklım tıklım. Yollarda enkaz altından çıkmış araçlar da var. Alabilecek eşyalarını toplayanlar yollara dökülmüş, şehirleri terk ediyor. Daha sonra tekrar gelmeyi planlıyoruz ama aynı Hatay’ı, aynı Maraş’ı bulacağımızı sanmıyorum.
Yaşadığımız bir ayrılıştan çok bir terk ediş…
Aklıma yüz yıl önce yaşananlar geliyor.
Ülkenin farklı bir coğrafyasında farklı sebeplerle benzer bir terk edişi yaşıyor bu millet.
Balkanlarda…
Bundan 110 yıl önce Türkler yine yollarda…
Canlarını kurtarmak için alabildiklerini alıp yollara düşüyor.
Kimisi at arabasıyla, kimisi yaya olarak çıkıyor yola.
O gün canını kurtarmanın sevinci,
Kaybettiği canların hüznü,
Bir anda her şeyini yitirmenin ve yurtsuz kalmanın acısını aynı anda yaşıyor bu insanlar.
Ama belki de bu duyguların hepsinden çok şaşkınlığı…
Anadolu’ya göç başladığı zaman Balkan Türk’ü o çok güvendiği devletinin artık arkasında olmadığını görüyor.
Aslında artık devletin olmadığını görüyor…
Ve büyük bir belirsizlik…
Bundan sonra biz ne yapacağız?
Bize kim sahip çıkacak?
İşte devletin olmadığı o günlerde milletin yardımına yine bu millet koşuyor.
Yediğinden veriyor, içtiğinden veriyor…
Kendisi doymuyor ama geleni de aç bırakmıyor…
Anadolu bağrına basıyor muhacirleri.
Kayseri’nin girişinde birden trafik duruyor.
Hava eksi 10…
Neden durduk diye bakınırken ileriden bir genç geliyor. Elinde dolu bir tepsiyle cama tıklıyor.
“Abi açsındır, nohut pilavım var.”
Elime bir tabak tutuşturuyor ve ben teşekkür dahi edemeden arkadaki arabaya gidiyor.
Sonra biri daha geliyor. Elinde börekler var, evde hanımı yapmış…
Ardından termos ile kahve dağıtanlar geliyor…
“Vaktiniz varsa hemen şurada yerimiz var, bir soluklanırsınız.”
Ve böyle devam ediyor…
“Bizde yeterince var. Diğerlerine dağıtın” diyoruz
Şaşkınım, boğazım düğümleniyor.
Aslında yiyecek içecekten çok en çok ihtiyacımız olan şeyi veriyorlar bize:
Umut…
Bir hafta sonra ilk kez gülen gözler görüyoruz.
İçimiz ısınıyor.
O gözlerle sanki “Devlet yoksa biz varız, hep birlikte bunları da aşacağız” der gibiler.
Tarih tekerrür ediyor.
Devletin olmadığı yerde millet kendi yaralarını sarıyor, kendi insanına sahip çıkıyor.
Öfke, acı, terk edilmişlik, umut…
Sayısız hislerle dolu olarak dönüyoruz bölgeden.
Dönüyoruz ama aklımız ve kalbimiz orada…
Hepimizin aklında aynı soru var:
Bir dahaki gidişimizde buralar yine bizim mi olacak?
HAZAR ARISOY