Futbol, önce bir oyundur
Irkçı faşizmin acılarını yaşamış, bundan önemli dersler çıkarmış Almanya’nın muhteşem statlarında top koşturmanın; ırk ve din farkı gözetmeden aynı ananın çocukları gibi birbirine sarılan genç adamları ekranlarda sevinirken görmenin; “önce başarı, sonra bayrak” diyenlerin bizlere anımsatacağı çok şey vardır.
* Futbol; önce bir oyundur.
* Futbol; oyun olmanın ötesinde, kapitalizmin kullanımına elverişli kitlesel bir boşalım aracına da dönüşmüştür. (1936 yılı İspanya’sı buna örnektir. Faşist lider Franco’nun Real Madrid’e olan düşkünlüğü, kulübün başarısı için devlet kasasından yaptığı harcamalar, siyaset ile futbolun arasında başlayan ilk aşkın en iyi örneği sayılır. Franco’nun, bu günlere gelmesinde katkısı olduğu Real Madrid’in oynadığı oyun, kazandığı başarılar ve edindiği milyonlarca taraftar bile Franco’nun faşist diktasını perdelemeye yetmemiştir. Real Madrid’in malı olan 120 bin kişilik Santiago BernabéuYeste Stadı, diktatörün bu kulübe armağanıdır. Bir ülkede futbol ile siyaset birbirine sarılma gereği duyuyorsa, mevsim sonbahardır ve faşist rüzgârlar esiyor demektir!)
* Futbol; içine ne eklenirse eklensin sırıtmayan, aksine renklendiren; siyasal hedefleri, baskıları, yoksulluğu perdeleyen bir paravandır da…
* Futbol; günümüzde bilimi de ardına alarak gelişen, “basit oyun” olma niteliğinden arınarak yenme/yenilme savaşımına dönüştürülen en iyi yazılmış tiyatro oyunudur. Her maç, ayrı bir perdedir. Oyuncuları, yazarları ve yönetmeni değişir, amaç ve etki/tepki gücü değişmez/gelişir.
* Futbol; arz-talep dengesinin kusursuz işlediği kapitalist, çok uluslu devasa bir şirketin en çok satan ürünüdür. FIFA ve UEFA dünyada bu ürünü ekip, biçen, toplayan ve satan tekeldir. Ulusal takımlar da bu piyasanın aktörleridir, kendilerine verilen görevi yaparlar; ulusal duygularını yitirmeye yüz tutmuş, liberalizmin zirvesindeki ülke halklarının kanlarını ateşlerler!
Futbol duygusuzlaşıyor…
Tribün, reklam, yayın hakları, futbolcu satışlarının dünya genelindeki getirisine bakıldığında devasa bir iktisat çarkı futbol için dönmekte… Her taraftarın içinde kendini bulduğu bu büyüleyici oyun kim ne derse desin, ulusalcılık anlamında sıcaklığını da yitirmiştir. Futbol maddeleştikçe ulus/takım/başarı/sevinç bileşimi anlamını yitirecek, sahada koşan 22 robotlaşmış oyuncunun sistemleşmiş birlikteliğinden başka bir temaşa zenginliği üretmeyecektir! Bu aşamaya daha uzun yıllar gerekse de futbol sistemleştikçe, futbolcuların göbeklerine birer yönlendirici takılması yakındır! İşin şakası bu; lakin ulusal formayla son dansına çıkan Portekizli Ronaldo’nun ekranda yüzüne bakanlar bu yazdıklarıma hak vereceklerdir umarım. Adamın yüzünde sürekli bir duygusuzluk ve işini bitirip gitmenin aceleciliği vardı. Profesyonelliğin doruğuna ulaşmış, futboldan alabildiğini almış bu adam ve benzerleri sahalarda boy gösterdikçe, bu oyunu izlemek zevk vermez duruma gelecektir korkarım. Savunduğum; sporun duygusuz yapılamayacağıdır. Duygusuz ve aidiyetsiz yapılan her sporun izleyicisine tat, yapana hırs katmadığına eminim.
Kimliksiz takımlar…
Kulüp takımlarının peşinden giden milyonlar günümüzde, yabancılaşan oyuncuların ayaklarıyla kazanılan her başarıdan ulusal bir pay çıkarmak peşinde… Ne yazık ki serbest piyasanın kuralları futbolu da vuruyor. Bir bakıyoruz; gönül verdiğimiz takımın renkleri dışında her şeyi değişmiş! Adının önünde bir yabancı ad; başkanı, futbolcusu, kulüp binası, forması… Küresel modaya o da uymuş; borsaya çıkmış! Hem kentine, hem bize yabancı olmuş! Başarı yabancıyla gelecekse, en katı ulusçu benim! Kongolu atınca ben neden sevineyim? Nerede benim öz evlatlarım? Ben onları istiyorum…
Metin, Ali, Feyyaz’ı… Varol, Metin, Turgay’ı… Ziya, Tanju, Sergen’i istiyorum…
Seviyoruz, başka ne denir?
Futbolu yönetenlerin, özellikle geri bırakılan ülkelerde uyguladığı yabancılaşma politikasını, başarıyı getirecek bir gereklilik gibi gösterse de futbolseverler, yitirdikleri ulusal değerlerin çoğu gibi futbolun da ellerinden alındığını bilmelidir. Zaman geliyor, Afrikalı oyuncunun attığı güzel golle ayağa fırlıyor, birbirimize sarılıyoruz. Stattan yüzlerimiz gülerek, marşlar söyleyerek mutlu ayrılıyoruz. Sevinçlerinin altını dolduracak değerlerin azaldığını, kandırıldığımızı az biraz düşündüğümüzde anlıyoruz. Futbolun insanı tutsak eden büyüsüne kuşku ile baktığımız günler geçince yeniden o stadın tribünlerini doldurup, sevincimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. İşte futbol, sürekli yakındığımız, üzüldüğümüz, ama bir gülüşüne kandığımız sevgilimizdir.
Düdük kimin ağzında?
Ulus/takım ilişkisi kapitalist dünyanın saldırısına karşı koyamıyor. Dünyanın şirketleşmiş tüm büyük takımları gelişmelerini ve büyük takım olma özelliklerini küresel güçlerin sermayesine borçludurlar. Para ve iyi futbolcu ilişkisi takımları harcamaya zorlarken, aynı zamanda gücü yetmeyeni de dış sermayeye bağlıyor. Parayı veren kulüp, düdüğü çalıyor, Afrikalının en iyisini alıyor, sahaya çıkan futbolcu kenti bile gezmeden taraftarın gözdesi oluyor. Anlayacağınız; bizim futbolumuzda alet çalışıyor, el övünüyor!
Profesyonel görev, ulusal duygu…
Dünyanın gelişmiş ekonomileri, yoksul ülkeleri tekellerine aldıkları gibi o ülkenin sporuna da egemendirler. Kulüp takımlarında olduğu gibi ulusal takımların yapılanması, çalışması, yapacağı karşılaşmaların takvimi, futbolcu seçimleri, teknik direktörlerin saptanması ve seçkileri bu sistemin dışına çıkamıyor. Ulusal takımlarda ter döken her futbolcu profesyoneldir, kulüpleri onlara büyük paralar ödemiştir, işin içinde sakatlanma riski de vardır… Ama tüm güçlerini koyarak oynarlar; çünkü dört yılda bir açılan bu tip pazarlarda kendilerini beğendirmenin yarışına girerler. Futbolun sistemi acımasızdır; eskiyen ayakların yerine yeni ayaklar bulacaktır!
Günlerce heyecan içinde izledik ve turnuvanın sonunda bir şampiyon çıktı. On binlerce seyirciyi tribünlere oturtan, milyarlarca izleyiciyi ekranlara bağlayan coşku, ulusal beklentilerden öte, ustalaşmış futbolcuların doyumsuz resitaliydi. Eskiler adını, genç yetenekler ayaklarını konuşturdu. İnanıyorum ki tribünlerdeki seyircilerin duyduğu ulusal duygudaşlık, sahadaki futbolcuların yüreklerindeki profesyonelliği öldüremedi. Formalarını ıslatanlar büyük olmak, başarılı olmak, kalıcı olmak peşindeydiler. Hakları olan sevinci yaşadılar ve Avrupa’nın, dolayısıyla dünyanın en iyi futbolcuları olduklarını bir kez daha kanıtladılar. Oysa etnik kimliklerine, başarılarına ve olağanüstü kazançlarına bakılmaksızın, yetenekleriyle bir sistem için çalışan, üzerlerine düşen “avutma ve uyutma” görevi başarıyla yapan mutlu ve şanslı emekçilerdi onlar…
Ayakları dert görmesin!
Ulusal Takımımız ve özlenen sevinç…
Bizim çocukların da ayakları dert görmesin… Ellerinden geleni yaptılar, Avusturya’yı yendiler ve Hollanda ile şampiyonaya veda ettiler. Güçlü olmak başka şeydir, şanslı olmak başka… Güçle kazanılan başarılarda şans olmaz, ama futbolun güzelliği ve çekiciliği topun yuvarlaklığı ve eylemindeki özgürlüktür. Siz vurursunuz, o istediği yere gider, söz dinlemez.
Evet, bizim de topa sözümüzün geçtiği, başarılı olduğumuz ve oyunumuzla gururlandığımız Avusturya yengisi, her nedense başka yönlere evirildi! Bitiş düdüğü çaldığında, kuşkuyla baktığımız bir maçtan ayağımızın, terimizin, yüreğimizin kan kırmızıya dönüşmesi tüm halkımızı sevince boğdu. Haklıydılar; böyle bir yengiye çok gereksinim duymuştuk. Ulus/devlet yapımızın, cumhuriyet kazanımlarının, Atatürk’ün, laiklik ilkesinin, eğitimin, ekonominin, siyasetin, toplumsal bağdaşıklığın bir vadi gibi ikiye yarıldığı Türkiye’de, böylesi birleştirici sevinçler özlenir olmuştu. Futbol gibi basit bir oyunun sonucuna giydirilen ulusal giysi hepimizin göğsünü kabarttı; avcumuzda başka bir sevinç kaynağı yoktu çünkü! Sahadaki ay yıldızlı gençlerin başarısıyla övünmek ve sevinmek, her koşulda Bayraktar’ın inşa ettiği savaş uçağına sevinmekten daha mantıklıydı Türk halkı için…
1950 sonrası küresel çapta sevinilecek, çocuktan toruna anlatılacak, anılarda saklanacak değerde siyasal, ekonomik ve bilimsel başardıklarımızı say deseniz, beceremem! Halkımızı mutlu edecek bir yaşam reçetesi de şu ana değin yazılmış değil! Dar bir beklenti de olsa; gurbetçi çocuklarımızın yer aldığı ulusal takımımızın her başarısı, sevinçlerimizi doruğa tırmandıracak tek seçenek gibi görünüyor şimdilik!
Futbol siyaseti besleyemez…
Sevinmeyi bilmek ve anlamını saptırmadan yaşamak da demokratik hakların bir parçasıdır. Kalecimiz Mert’e, “o topu nasıl çıkardın be kardeşim” diye sormak ne ise, iki golümüzü atan Merih Demiral’a neden “bozkurt” yaptın demek aynı türden saçmalıktır. Her iki eylem de reflekstir. Keşke o refleksi halkımız da gerektiğinde, gerekli yerlere gösterebilse! Ben bu olaya özgürlük ve eylemdeki kişisellik penceresinden bakmaktan yanayım. Maç bitmiş, sevincin ve beklenmedik sonucun yükselttiği bir genç topluluk vardır sahada… Çeyrek finalin adını ağızlarda gevelemek kolaydır da gerçekleştirmek zordur. Bunu yaşayanlar, o sahada ter dökenlerdir. Şunu da belirtmeden edemem; siyaset ve dinci erbabımız futbola soktukları burunlarını bir an önce çekmelidirler. Sevinçleri damgalamak, sevinenleri ayrıştırmak, başarıdan pay kapmaya çalışmak, futbola ve futbolcularımıza yapılacak ihanettir. Futbol bir oyundur ve içine sızan siyasal safraları günü geldiğinde kusmak gibi bir alışkanlığı da vardır. Fenerbahçe’ye yıllar önce yapılan siyasal kumpasın ortaya çıkışı gibi…
Futbolcumuz Merih Demiral’ın yerinde olsaydım o bozkurt işaretini yapmazdım. Refleks dedik ya; bu meleke de çalışmakla kazanılıyor! Bildiğim şudur; bir Türk sporcusu hangi siyasal düşüncede olursa olsun, Türk olmanın gururunu ve başarısının sevincini göğsündeki ay yıldızla yaşamalıdır. Başka bir sembolle bu başarıyı bağdaştırmanın ne gereği vardı be oğlum?
Bozkurt’a Türk’ün kutsalı diyenleri anlayışla karşılayanlardanım. Her ulusun kendine özgü destansı birer simgesi vardır genelde… Bozkurt da, salt Türk olanlar için değerlidir! Ben yıllar öncesinin, parmakları kurda dönüşmüş hainlerin ulusalcı, devrimci, solcu, Atatürkçü, laik gençlerimize yaptıklarını unutamam.
Bozkurt’a saygı duyanlarla, onu faşist emellerine sembol yapanları bir kefeye koymayalım. Türk milliyetçiliğinde sapla samanı doğru ayırmış olalım. Tıpkı analarımızın başörtüsü ile siyasal dincilerin sembolü türbanı birbirinde karıştırmayan çağdaş düşünceden yana olalım. Devrimci davamızdan ödün vermeyelim.