Basına yansıyan son çocuk evliliği üzerinden başlayan tartışma aslında Türkiye’nin artık bir “cumhuriyet” olmaktan ne kadar uzak olduğunu, laikliğin artık sadece tepki gösterebilecek kamuoyunu uyutmak amacıyla Anayasa’da tutulduğunu ancak geldiğimiz noktada tamamıyla ayaklar altına alındığını açık biçimde gösteriyor.
“Bu kadarı da olmaz” dediğimiz her olayı basından okuyoruz ve böylece her türlü rezilliğin biraz daha normalleştiği bir siyasi düzene şahitlik ediyoruz. Tarikatların ve cemaatlerin mutluluğuna ve rahatına endekslenmiş böylesi bir sistemin sorumlusu elbette AKP’nin yarattığı siyasi ve toplumsal düzen.
Ancak gerçeği söylemek gerekirse muhalefetin bu “tarikat cumhuriyetini” bir “Türkiye gerçeği” olarak kabul ettiğinin, “siyaseti” gerekçe göstererek bu gerici güçlerle uzlaşma peşinde olduğunun da farkındayız.
Ortaya çıkan son rezillik özelinde kimin hedef alındığı bile olmayan tweetler atmanın hiçbir karşılığı yok. Yapılan paylaşımların ucunun açık olması ve kimseyi hedef almaması bile tarikat düzenini ürkütmemenin ve uzlaşma arayışının bir parçası.
Dün Kemal Kılıçdaroğlu’nun muhalif İslamcı Karar TV’de 2 saate yakın konuşması ancak böylesine gündemde olan bir konu üzerine tek söz söylememesi çok önemli bir tercih. Söylediklerimiz kadar “söylemediklerimiz” de siyasi hattımızı gösteriyor ve belli ki Kılıçdaroğlu bu konuya girmeyi 6’lı masanın geleceği açısından riskli buluyor.
İşin kötü tarafı ise “siyasetin gerçekleriyle” açıklanan bu suskunluğun muhalif taban tarafından da yavaş yavaş benimseniyor olması. Muhalif olan herkesin bu sessizliği ortak olması isteniyor. Ancak görmezden gelmek de böylesine bir rezilliğe ortak olmaktır.
Temel Karamollaoğlu’nun “ailenin rahatsız olmasını” gerekçe göstererek “yargıyı adres göstermesi” ve meselenin “gündemde tutulmamasını” arzu etmesi ülkenin üzerine çökmüş bu tarikat düzeninin iç sesidir.
Oysa söz konusu olay basına yansımadan önce bir iddianamenin hazırlandığını, yani Karamollaoğlu’nun istediği gibi “konunun zaten yargıya havale edildiğini” ancak görevli savcının olayı örtbas ettiğini de artık biliyoruz.
Yani çocuklarını korumak, ülkede laikliği savunmak isteyenlerin elinde artık sadece tek bir koz var: Konunun gündemde kalması.
Yoksa basına yansımadığı için bilmediğimiz nice rezillikler adliye arşivlerinde unutturuluyor. Bu dosyaların birçoğunun Türkiye’nin farklı yerlerindeki yüzlerce tarikatın kursunda, yurdunda yaşanması da elbette bir tesadüf değil. Böylesine bir virüs tüm Türkiye’ye yayılıyor ve bunun asıl kaynağı da tarikatların kurduğu rezil düzen.
Sıradan vatandaşın bu kadar tepki göstermesi ve konuyu “gündemde tutmasının” altında da bu tespit yatıyor. Tarikatlar ve cemaatler toplumun ahlakını bozan, “düşkünleştiren” ve ülkeyi sömüren büyük bir mekanizma haline gelmiş durumda ve kurdukları iğrenç düzen dalga dalga yayılıyor.
Bu tarz rezillikleri “istisnai” olarak görmek, birilerinin bunu “İslam’a saldırı” için kullandığını söylemek, laiklerin arasında da böylesine ilişkiler olduğuna dair teoriler öne sürmek olayı bulanıklaştırma çabası.
Laiklik sadece devletin işleyişiyle ilgili bir kural değil, aynı zamanda toplumu bu tarz rezilliklere karşı koruyan bir yaşam biçimi. Laiklik aynı zamanda bir ahlak standardı!
Geldiğimiz noktada laikleri “ahlaksızlıkla” suçlayanların aslında ne derece “geniş” olduğunu, neleri normal karşılayabildiğini çok iyi görüyoruz. Laik kesim, toplumsal ahlak anlamında tarikatların ve cemaatlerin yanında son derece “muhafazakar” kalıyor.
Tarikatları ve cemaatleri ülkenin bir gerçeği olarak görenler, tarikat şeyhleriyle görüşmek için sıraya girenler ve cenazelerinde saf tutanlar da bu toplumsal kirlenmenin bir parçasıdır.
Türkiye artık kararını vermeli. Medeni hukuk ve toplumsal ahlak ortak bir ulusal değer olacaksa bu değerleri kabul etmeyen, 14 yaşındaki kız çocuğu için “olgunlaşmış olabilir” diyen anlayışla hesaplaşmak zorunda. İkisi bir arada olmaz ve siyasetin en büyük gerçeği de bu.