Demokrasi, modern siyasal sistemlerin temel yapı taşlarından biri olarak yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bireysel hak ve özgürlüklerin kurumsal güvence altına alındığı bir toplumsal düzen modelidir. Katılımcılık, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, ifade özgürlüğü ve hesap verebilirlik gibi ilkeler, demokratik sistemlerin dayandığı temel sütunları oluşturur.
Demokratik rejimlerin temel farkı, siyasal iktidarın halk iradesiyle şekillenmesidir. Bu durum, yalnızca seçim süreçlerini değil siyasal karar alma mekanizmalarının şeffaflık ve katılımcılıkla yürütülmesini de kapsar. Katılımcılığın artması, siyasal meşruiyetin güçlenmesini beraberinde getirir. Bu bağlamda İzlanda’nın 2011’deki anayasa reform süreci, katılımcı demokrasinin başarılı bir örneği olarak dikkat çekmektedir. Sosyal medya platformları üzerinden halkın doğrudan anayasa taslağına katkı sunması, çağdaş demokratik işleyişin dijital araçlarla nasıl derinleşebileceğini de ayrıca göstermiştir.
Demokratik sistemler, yürütme erkini hukuki normlarla sınırlandırmak suretiyle keyfi uygulamaların önüne geçer. Ayrıca kamu görevlilerinin hesap verebilirliğini sağlamak, demokratik yönetimin işlevselliği açısından kritik öneme sahiptir. Bu bağlamda Güney Kore’de 2016 yılında eski Devlet Başkanı Park Geun-hye’nin yolsuzluk suçlamalarıyla görevden alınması, hukukun üstünlüğünün ve hesap verebilirliğin demokratik sistemlerde nasıl işlerlik kazandığını gösteren önemli bir vakadır. Yargı bağımsızlığı sayesinde siyasal elitler dahi denetlenebilir hale gelmektedir.
İfade özgürlüğü ise demokratik toplumlarda siyasal çoğulculuğun teminatıdır. Eleştirel düşünce ortamının gelişmesi, yalnızca siyasal karar alma süreçlerine katkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal ilerlemenin de önünü açar. İskandinav ülkeleri, özellikle Norveç ve İsveç, medya özgürlüğü endekslerinde yıllardır en üst sıralarda yer almakta, bu da toplumsal denetim mekanizmalarının sağlıklı bir şekilde işlediğine işaret etmektedir. Bu ülkelerde medya, iktidarın denetlenmesinde temel bir aktör olarak konumlanmaktadır. Her ne kadar sistemde yapısal sorunlar bulunsa da anayasal düzen içinde çoğulculuk ve temsil ilkeleri demokratik bütünleşmenin temel araçları olarak değerlendirilmektedir.
Demokratik olmayan rejimlerin tarihsel sonuçları, demokrasinin önemini anlamak açısından dikkate değerdir. Nazi Almanyası, Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği ve Pinochet rejimi altındaki Şili, otoriter yönetimlerin bireysel özgürlükleri nasıl bastırdığına ve toplumsal travmalara yol açtığına dair önemli örneklerdir. Bu rejimlerde siyasal kararlar merkezi bir yapı tarafından alınmış, muhalefet bastırılmış ve temel haklar yok sayılmıştır. Otoriter yapıların kısa vadeli istikrar sağlama kapasitesi olsa da uzun vadede toplumsal refah ve özgürlükleri sürdürülebilir kılmaları mümkün olmamıştır.
Günümüzde ise genç kuşakların demokrasi talepleri, siyasal sistemlerdeki dönüşüm ihtiyacını ortaya koymaktadır. Hong Kong’daki protesto hareketleri, Belarus’taki muhalefet hareketi, İran’da kadın hakları bağlamında yükselen talepler, demokratik hak ve özgürlüklerin evrensel bir değer haline geldiğini göstermektedir. Bu hareketler, yalnızca siyasal hakların değil; sosyal adalet, çevresel sürdürülebilirlik ve cinsiyet eşitliği gibi konuların da demokrasi söylemiyle iç içe geçtiğini göstermektedir.
Dünyanın farklı coğrafyalarından verdiğim örneklerin ve tanımlamaların sonucunda ülkemizin demokrasi perspektifine bakacak olursak; günümüz itibari ile demokrasi kavramının içi boşaltılmış ve niteliği kaybolmuş durumdadır. Demokratik uygulamalar adı altında hukuksuzluk, toplumun muhalif kesimini ve aktörlerini sindirmek-susturmak amacı ile kullanılmaktadır. Muhalefeti tam bir eylemsizlik haline dönüştürmek, iktidar kalıcılığını anti-demokratik yöntemler ile güvence altına almak istenmektedir. Türk tarihini iyi kavrayamamış olanlar, Türk toplumunun hiçbir şekilde bastırılamayacağını da gözden kaçırmaktadır. Çünkü Türkler, boyunduruk ve baskı altında yaşayamayan kültür-davranışa sahip bir toplumdur. Egemenliğini her koşulda kazanmış ve kendi toprakları üzerinde mutlak söz sahibi olmuştur. Büyük önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK, Kurtuluş Savaşı öncesi Türk toplumunun bu refleksini gerek savaş meydanlarında gerek ise diplomaside bir kez daha tüm dünyaya kanıtlamıştır. Çünkü toplumun öz benliklerini oluşturan temel dinamikleri kavramış ve toplumu bu dinamiklere bağlı yöneten liderler ve toplumlar asla kaybetmezler.
Tüm bu bağlamda demokrasi, yalnızca siyasal bir sistem değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Katılımcılık, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, çoğulculuk ve bağımsızlık gibi değerler üzerine kurulu olması, demokrasiyi hem birey hem de toplum düzeyinde vazgeçilmez kılmaktadır. Tarihsel ve güncel örnekler göstermektedir ki demokratik yapıların yokluğu; hak ihlallerine, siyasal baskıya ve toplumsal çöküşe yol açmaktadır. Dolayısıyla demokrasi, bireysel hakların teminatı, toplumsal barışın güvencesi ve sürdürülebilir kalkınmanın ön koşulu olarak değerlendirilmelidir. Onu korumak ve geliştirmek, yalnızca siyasetçilerin değil tüm bireylerin ortak sorumluluğudur.