Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar olan zaman diliminde Türkiye’nin dış politikadaki temasları, uygulama ve yaptırımları her ne kadar iktidarın politik tasarrufu ile doğru orantılı olsa da değişen dünya düzeni ile beraberinde süregelen siyasal konjonktürün etkisi de yadsınamaz.
Uluslararası ekonomik ve siyasi güç elde etme çabası ülkelerin birbirleriyle olan farklı dinamiklerdeki ilişkilerine de direkt olarak yön vermektedir. Bu ilişkiler, mutlak surette değişkenlik gösterirken, zaman-toplum-politika üçgeni ile de dış politika yapımına da derinlik ve devinim kazandırmaktadır.
Genç Cumhuriyetin dış politikası Lozan ile başlarken, İnönü ve Atatürk’ün Lozan’daki hamleleri bağımsızlık ilkesine dayalı bir çizgi izliyor olarak görülse de diğer bir yandan iç siyasetteki ulusalcı çizgiyi de güçlendirmiştir. Çünkü zekice ve reel olarak uygulanan dış politikanın etkisi, iç siyasette ve toplum üzerinde doğrudan bir etki yaratmaktadır.
Cumhuriyetin ilk dönem dış politika uygulamalarından söz edecek olursak bu politikaları iki ayrı dönemde; (1923-30/1930-38 yılları arasında) incelemekte fayda var. Bu dış stratejideki genel prensipler; Bağımsızlık ilkesinden ödün vermeyen, aktif, dinamik bir şekilde hükümranlık haklarını sınırlandırmayan, varsa bunları kaldıran, Türkiye’nin Misak-ı Milli doğrultusunda sorunlarını çözen, barışçı girişimlerle, Türkiye’nin güvenliğini sağlayan bir uygulama olarak görülmektedir.
1923-30 döneminde Türkiye’nin Lozan merkezli bir dış politika izlediğine şahit oluyoruz. Bu süreçte Musul sorunu ve Irak sınırı, yabancı okullar sorunu, Osmanlı borçları, kabotaj kanunu ve limanların işletilmesi, demiryollarının millileştirilmesi ve nüfus değişimi gibi konular ön plana çıkmıştır. Bu başlıklardan Musul-Irak sınır sorunu dışında hepsinde başarılı sonuçlar alınmıştır. Türkiye, Musul konusuna sosyolojik ve tarihsel olarak (Misak-ı Milli) yaklaşırken; İngilizler emperyalist stratejilerinden ödün vermeden bu duruma ekonomik açıdan (petrol rezervleri) yaklaşmıştır. Diğer bir yandan İngilizler bu süreçte Hakkari’nin de Irak sınırları içerisinde kalması yönünde Türkiye’ye baskı uygulamış akabinde Şeyh Sait ayaklanmasını çıkarmış ve bu ayaklanma Musul’un kaybedilmesinde önemli rol oynamıştır (Musul Milletler Cemiyeti kararı ile Irak’a bırakılmıştır).
1930-38 dönemine bakacak olursak bu dönemde karşımıza çıkan konu başlıkları ise; Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olması, Balkan Antantı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Sadabat Paktı, Hatay’ın Türkiye’ye katılması…
Bu ikinci döneme dikkat ettiğimizde Türkiye’nin dış politika uygulamalarında, Uluslararası arenada varlığını sağlamlaştırma ve bölgesel söz sahibi olma ilkesini izlediğini aynı zamanda yapılan antlaşmalar ile ülke çıkarlarını ön planda tutulduğunu görüyoruz. Ayrıca bu dönemde Uluslararası örgütler ve mevzuatlar; dünya siyasetine yön verip bölgesel hatta kıtasal ittifaklara da ayrıca zemin hazırlamıştır. Türkiye ise bu ittifaklar ile bölgesel etki alanını arttırmış ve dış politika aktörlerini aktif olarak sisteme dahil etmiştir.
Türkiye’nin, Cumhuriyetin ilk yıllarında izlediği ve uyguladığı dış politikada muazzam bir zekâ, öngörü ve karakterli bir duruşu ön plana çıkmaktadır. 1938 yılını takip eden süreçte ve 2.Dünya Savaşı sonrasında değişen, gelişen hatta küreselleşmeye yüz tutmuş dünya düzeninde uluslararası ilişkiler disiplini, diplomasi ve diplomatik iletişim ağı oldukça önem kazanırken ne yazık ki Türkiye bu dönemde birçok alanda yetersiz kalmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında dış politikada kazandığı ivmeyi ilerleyen dönemlerde arttıramadığı gibi milletlerarası birçok konuda prestij kaybına uğramıştır. Bu başarısız dış politika siyaseti, iç politikayı da etkilemiş toplumun refah seviyesi diğer toplumların oldukça altına düşmüştür. Refah seviyesi düşen toplumlarda görüldüğü üzere; otoriter bir iktidar yönetimi ile arkasından gelen negatif yönlü bir ekonomi, toplumsal ve siyasi kaoslarla zaafa uğramıştır.
Günümüze yaklaştıkça ülkenin dış politika stratejileri son yirmi beş-otuz yıla nazaran Balkanlar, Orta Asya hatta AB eksenli olmaktan çıkmış tüm ağırlığın Ortadoğu üzerine verildiğini görüyoruz. Arap Baharının da etkisiyle bölgedeki ülkelerin ve diğer güçlü ülkelerin dış politika uygulamalarının birçoğunun Ortadoğu’ya yönelik olması normal bir sonuç arz ederken, Türkiye bu süreçte Ortadoğu politikalarını oldukça dar ve yüzeysel olarak hayata geçirmeye çalışmış, çalışmaktadır. Sadece Irak, Libya ve Suriye eksenli bir dış politika Türkiye gibi stratejik bir konuma sahip ülke açısından kısır bir döngüyü teşkil etmektedir. Tek yönlü girişimler, Avrupa ve Orta Asya’daki uluslararası hamleleri de zayıflatmıştır. Bu coğrafyalardaki müzakere yeteneği dejenere olmuş, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yaptırım gücünden eser kalmamıştır. Diplomatik zayıflık, uluslararası arena da ülkenin karakteristik duruşunu da nazari ölçüde zedelemiştir. Çünkü bir ülkenin uluslararası arenada ağırlığını belirleyen unsur diplomasidir. Diplomasi dediğimiz kavram ise, stratejik ilişkilere ve taktik planlara göre bir ülkenin dış politikasının düzeyini belirleyen bir alandır. Bu alanı daraltmak ve pasifleştirmek bir ülkeyi dış politikada büyük bir çıkmazın içine sokmakla kalmayıp, karar mekanizmalarını sistem dışına çıkarmaktadır.
Diğer bir açıdan bakacak olursak; bir ülkenin dış politikasının başka bir ülke tarafından belirlenme paradoksu ise; dışarıda bağımlılık- dışarıya bağımlılık ikilisini birbirine yaklaştırmaktadır. Örneklemi yakın bir zaman diliminden verecek olursak; (2003-2024) ABD’nin Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasını kontrol altına alma gayreti ve Türkiye’nin bu politik ambargoya yeterli direnci gösterememesi ülkeye hem ekonomik açıdan yük bindirmiş hem de uluslararası prestij kaybına neden olmuştur. Avrupa merkezli dış politika zayıflamış hatta askıya alınmış, sınır ve güvenlik operasyonlarıyla şekillenen askeri bir dış politika uygulaması ile ülke bu alanda oldukça zaman kaybettirmiştir. Bu dar eksen çıkmazının iç siyasetteki etkisi ivedilikle topluma yansımış ve ülke siyaseti açısından olumsuz sayılacak ayrı bir süreç başlamıştır. Açıkça görülen o ki; kısa vadeli tehditlerin Türkiye’yi uzun vadeli küresel uygulamalardan uzaklaştırdığıdır. Bu uzaklaşmanın, mutlak surette ülkeyi küresel sistem içerisinde dejenerasyona uğratması kaçınılmazdır.
Yeni dönem Suriye politikası Türkiye için neyi ifade edecek, bunu zaman ve stratejiler gösterecek. Mutlak surette Esad’dan sonra yeni yapılanmaya giren Suriye’de Türkiye söz sahibi olmak isteyecek ve şimdiden bunun girişimlerine başladı. Fakat bu noktada Amerika-Rusya-Türkiye üçgeni nasıl bir paradoksa maruz kalacak bunu da yaşayıp göreceğiz. Trump’ın mevcut Türkiye iktidarı eleştirileri; Esad’ın devrilmesinden sonra nazari ölçüde tersine dönmeye başladı. Lakin diğer bir yandan Putin-Erdoğan ilişkisi sürpriz bir hızla yakınlaşma eğiliminde. Diğer bir yandan Batı’nın ve Okyanus ötesinin Türkiye için planladığı Ilımlı İslam projesi de artık tam anlamıyla vadesini doldurmuş durumda. Benzer bir projeyi Yeşil Kuşak Projesi olarak yine bu coğrafyada görmüştük fakat o dönem ki uluslararası sistem, dünyadaki politik düzen bugünden daha farklıydı. Yeşil Kuşak, doktrinler ve yardımlar ile süslenmiş uzun vadede Türkiye ekonomisinin tam anlamıyla dışa bağımlı hale gelmesi ve uluslararası erklerinin iyice zayıflatılması yönünde amaçlanmıştı. Komünizm ve Sovyet tehlikesine karşı duvar oluşturma gayesi ile de iç dinamikleri ideolojik olarak baskı altında tutması da emperyalist projelerin vazgeçilmezi olarak varlığını sürdürmüştür. Türk toplumunun; emperyalist eller ile ve etkisiz-yetkisiz dış politika stratejilerine maruz bıraktırılarak Araplaştırma -bir nevi asimilasyon- planları da bu oyunun bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye etnik vasfını yitirmeden bölgesel gücü elinde tutup; dış politikada söz sahibi olmalıdır. Yazının başında verdiğim örnekler gibi Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dış politika hamleleri, günümüz stratejilerine bir kontrast oluşturma niteliğindeydi. Zor şartlarda üretilen politika ve stratejilerin en imkânsız durumlarda bile nasıl kalıcı ve karakteristik bir imaja, uluslararası prestije ve erke sahip olunabildiğini Lozan’da görmek mümkündür. Bu yüzden beyhude olan zafer-hezimet tartışmaları; reel politikalar baz alındığında ve neden-sonuç ilişkisi doğrultusunda değerlendirildiğinde hezimet kelimesi anlamsız kalmaktadır.