Merkez Bankası’nın politika faizini yüzde 14’te sabit tutması, “Faizleri mutlaka düşüreceğiz” diyen Tayyip Erdoğan’ın bir süreliğine de olsa geri adım atması anlamına geliyor. Demek ki, Erdoğan, 20 Aralık sonrası kurun düşüşüyle birlikte oluşan “olumlu hava”ya müdahale etmek istemedi.
Kimileri bunu “Merkez, Erdoğan’ı faizin düşmemesi için ikna etti” olarak yorumlasa da, Erdoğan’ı bilenler, O’nun “yönlendirmeye açık ve ikna edilebilecek” bir figür olmadığının farkında. Erdoğan gidişatı şimdilik lehine göründüğü için fazladan bir risk almak istemedi.
Genel gidişata bakıldığında, Türkiye kamuoyunun faiz kararlarıyla bu kadar yakından ilgilenmesi, sıradan vatandaşın bile faiz kararını izlemesi, ekonomiye olan güvensizliğin bir göstergesi.
Ekonomiyi profesyonel anlamda takip eden kişiler ise uzun zamandır ekonomiyle ilgili kararları “açıklanabilir ve öngörülebilir” argümanlarla açıklamada sıkıntı yaşıyor. Faiz kararları öncesinde yapılan anketlerde tahmin belirtmeyi reddeden baş ekonomistlerin sayısı artıyor.
Erdoğan ise kimileri “ekonomi cehaletiyle” açıklasa da, farklı bir yola girmiş durumda.
Haklılığını ispatlayabilmek adına, faiz konusundaki “özgün” fikirlerini zorlayacağı ortada. Bunun için MB’nin bu kararını bir “geri dönüş” olarak değil, amaca giden yolda bir “mola” olarak görmek daha doğru olacaktır.
Amaç ise gerçekten de “faizlerin baskılanabildiği kadar baskılanması”. Milli Güvenlik belgelerine bile giren bu kararın sadece “ekonomiyle” ilgili olmadığı, bunun aynı zamanda siyaseti doğrudan etkileyecek “sosyal” bir yönünün de olduğu, meselesin bir “güvenlik” sorunu haline getirildiği görülüyor.
Faizin baskılanması, bunun ekonomik sonuçlarından doğrudan etkilenen vatandaşın da baskılanması anlamına geliyor. “Ekonomide Çin modeli” söyleminin izdüşümünün siyasette de Çin gibi muhalefetin olmadığı bir ülke yaratmak olduğu ortada. Muhalif ekonomistler hakkında açılan soruşturmalar da bunun ilk adımı.
Türkiye’yi bekleyen; faiz kararlarının sebep, vatandaşa yönelik baskının sonuç olduğu bir süreç.