Suriye iç savaşı: “Allah’ın bir lütfu”
Tayyip Erdoğan’ın yaklaşan seçim sürecinde “Türk bayrağından ve Türk kavramından nefret edenlere karşı mücadelenin yapılacağını” dile getirmesi, temsil ettiği siyasi geçmişi bilenler açısından hiç de şaşırtıcı değil. Siyasal İslamcılık zora düştüğünde bugüne kadar düşman olarak gördüğü ve gösterdiği “Türk kılığına” bile girmeye çalışabiliyor.
AKP iktidarının Türklüğe karşı açtığı savaşın zirve noktası, milyonlarca Suriyelinin ülkeye sokulması oldu. 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı sonucunda Türkiye’ye gelen milyonlarca mülteci, tam da Erdoğan’ın fırsatını kolladığı çok kapsamlı bir “demografik projenin” hayata geçirilmesi açısından “Allah’ın bir lütfu” haline geldi.
İnsani yardım değil Türk düşmanı demografik proje
İç savaştan kaçan kalan on binlerce Suriyelinin ülkeye girmesiyle başlayan süreç, sayının hızla yüz binlere daha sonra milyonlara yükselmesiyle Cumhuriyet tarihinin en büyük ulus düşmanı projesine doğru evrildi. “İnsani yardım” amacıyla çadır kentlerde karşılanan Suriyelilerin Türkiye’ye dağılmalarına izin verilmesi, daha o günden iktidarın aslında Suriyelilerin kalıcı olmasını istediğini ispatlıyordu.
Ve böylece Türkiye sadece Suriyelilerin değil; Afganların, Pakistanlıların ve daha birçok milletin akın akın geldiği, adeta yeni bir kavimler göçünün hedef ülkesi haline getirildi. AKP Türkiye’si, bugün dünyada açık ara en çok mülteci barındıran ülke konumunda.
Resmi rakamlara göre bile en az 5 milyon mülteci bu süreçte ülkemize yerleşti ve gerçek sayının, devletin açıkladığı rakamdan en az iki kat daha fazla olduğu, 10 milyona yakın göçmenin Türkiye’de yaşadığı biliniyor.
Çok kısa sürede oluşan bu büyük yığılma, iktidarın “Allah bizi affetsin” diyerek içinden çıkmaya çalışabileceği bir öngörüsüzlük değildir. Bilerek ve isteyerek tasarlanmıştır. Sonuçları konusunda uyarılar yapılmışsa da iktidar bunları görmezden gelmiştir.
Suriye ve İran sınırından mayınlardan temizlenmesi, Suriye Savaşı’nın ilk günlerinde Erdoğan’ın “açık kapı politikası uygulanacağını” söyleyerek Suriyelileri ülkeye davet etmesi, iktidarın uygulamaya koyduğu demografik projenin ilk adımlarıydı.
Kamuoyunun tepkisini engellemek için gelen Suriyeli sayısının en fazla “100 bin olacağı ve bunların da sınıra yakın bölgelerde çadırlarda ağırlanacağı” söylendi. Ancak 2012 yılının başına kadar dört aylık süre içerisinde gelen mültecilerin sayısı, 140 bin olmuş ve Erdoğan’ın “psikolojik sınır” olarak belirttiği rakam çoktan aşılmıştı bile.
AKP, Suriyelilerin dönmesine engel oldu
Şimdi kimsenin hatırlamadığı o günlere döndüğümüzde, dört aylık çadır kamp döneminde misafir edilen Suriyelilerin önemli bir kısmının Suriye’ye döndüğünü de görüyoruz. Kilis Valiliğinin 16 Eylül 2012’de yaptığı açıklamaya göre “140 bin Suriyeli, Türkiye’ye giriş yapmış ve bunların 40 bini ülkelerine geri dönmüştü.”
Suriye’nin birçok bölgesinde iç savaş başlamış olmasına rağmen büyük bir göç dalgası oluşmamış ve Türkiye’ye gelenlerin önemli bir kısmı da geri dönmüştü. Aslında bu durum bile sonradan oluşan asıl dalganın, sadece Suriye içi gelişmelerle açıklanamayacağını, Türkiye’nin mültecilere yönelik ısrarlı çağrılarının daha belirleyici olduğunu gösteriyor.
Nitekim 2013 yılının başlarına doğru çadır kentlerde yaşayan Suriyelilerin büyük kentlere gitmelerine izin verilmesi ve Türkiye’nin “geçici bir yardım merkezi değil” adeta Avrupa’ya hızlı bir geçişin kısa yolu olarak takdim edilmesi, ülkeyi tam olarak bir göçmen üssü haline getirdi.
Bugün açıkça görüyoruz ki milyonlarca Suriyelinin ülkelerinden çıkış yapmasının temel sebebi, ülkelerinde yaşanan iç savaştan ziyade AKP’nin bu insanlara Türkiye’yi bir “cazibe merkezi” olarak göstermesi ve Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra mülteci hareketliliğine yönelik hiçbir kısıtlama getirilmeyeceğine dair verdiği güvencedir.
AKP’li işadamları göçmenleri ucuz işgücü olarak kullandı
2013’te başlayan bu büyük hareketlilik sonucunda, milyonlarca göçmen Türkiye’ye giriş yaptı ve bunların önemli bir kısmı da doğrudan sanayi kentlerine yönelerek işgücü olarak çalışmaya başladı. AKP’li kodamanlar açısından sefalet şartlarını kabul eden bu insanların kaçak ve sigortasız olarak çalıştırılması “Allah’ın başka bir lütfu” oldu.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin “Suriyeliler giderse sanayi durur,” diyerek ifade ettiği şey Siyasal İslam’ın “misafir” dediği göçmenlerin aslında “etinden, sütünden ve kanından” faydalanmak istediğini gösteriyor.
Suriyelilerin, Türkiye’de “geçici” sıfatla kalmadıklarına ve kalıcı olduklarına dair verilen bu güvence çok kısa süre içerisinde asıl büyük göç dalgasını yarattı ve bu dönemde Türkiye’ye iki milyondan fazla Suriyeli giriş yaptı. Savaşın başladığı dönemdeki yüz bin sayısıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’ye göçün dinamiklerinin Suriye’de değil Türkiye’de aranması gerektiği ortada.
Asıl göç dalgası Erdoğan’ın davetiyle başladı
2013’te başlayan bu sürecin AKP’nin dış politika yönelimiyle de doğrudan ilgisi bulunuyor. Ortadoğu’da Arap Baharı’nın başlaması, birçok Arap ülkesinde İhvancılığın yükselişe geçmesi ve Erdoğan’ın da “Yeni Osmancılık” siyasetiyle “aktif dış politika”ya yönelmesi, Türkiye’ye yönelik göç dalgasını arttıran bir dinamik oluşturdu.
Tayyip Erdoğan’ın tam da bu dönemde göç dalgasının önüne geçecek bir diplomasi üretmek yerine, “en kısa zamanda Şam’a gideceğini, oradaki kardeşleriyle kucaklaşacağını; Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacağını, Emevi Camisi’nde namaz kılacağını” söyleyerek Türkiye’nin “açık kapı politikası” uyguladığını belirtmesi, yanan ateşin üzerine benzin döktü ve Türkiye artık geri dönüşü olmayan bir yola sokuldu.
Erdoğan’ın asıl amacı halife olmak mı, Türkleri cezalandırmak mı?
Erdoğan gençliğinden beri gelen Müslüman Kardeşler hayranlığını hayata geçirebilecek bir “ümmet kardeşliği projesinin” kaynağını Suriye’deki iç savaşta buldu. Suriye devletini “terör devleti” ilan etti ve Arap coğrafyasındaki siyasi karmaşadan da faydalanarak bir taşla iki kuş vurmaya çalıştı.
Meselenin görünen yönü Erdoğan’ın “Arap dünyasının yeni lideri olmayı” amaçlaması ve Türkiye’nin kaynaklarının da bu uğurda harcanmasıydı.
Ancak o günlerde çok da anlaşılmayan ve bugün açık biçimde ortaya çıkan can alıcı gerçek, Erdoğan’ın aslında Türkiye’nin demografik yapısını tamamen değiştirmeye çalışması ve Türkiye’nin ulusal yapısıyla giriştiği büyük hesaplaşmaydı.
AKP iktidarı, Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla Türk Ordusunu tasfiye etmiş, Türk devlet geleneği yok edilmiş ve “bürokratik oligarşi” denilerek hedef gösterilen kesimlerin de sesi kesilmişti.
Ancak tüm bunlara rağmen 2013 Türkiye’si; AKP’ye teslim olmayan milyonlarca insanın sokaklara inerek “Hükümet istifa!” dediği, Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle direnen bir Türkiye’dir.
Gezi olayları ve Erdoğan’ın mülteci kartı
Gezi olayları esnasında Erdoğan’ın Kuzey Afrika seyahatinde olması bir tesadüf değildi. Dış basının bile Arap coğrafyasında “artan Türkiye etkisinden” bahsettiği bir dönemde, Erdoğan uçaktan baktığında milyonlarca Türk bayraklı eylemciyi görüyor, “iktidar olup muktedir olamamak” duygusunu sonuna kadar yaşıyordu.
10 yıl boyunca ülkeyi yönetmiş otoriter bir iktidar açısından böylesi bir direniş hareketi ciddi bir travmadır. “Türkiye’nin değişmeyen ulusalcı ve laik sosyolojik gerçeğiyle” yüzleşmek, iktidarı başka türlü bir yola sürükledi: Ulusal yapının değişmesi gerekiyordu.
Askerleri tutuklayarak hapse atmak, yargıda direnen hâkimleri tasfiye etmek ve devletin yapısını değiştirmek gibi idari tedbirler, söz konusu “halk” olduğunda bir işe yaramıyor ve ülkenin laik yapısı bir türlü teslim olmuyordu.
İktidarın kozmopolit nüfus yaratma projesi
Türkiye’nin büyük bir göç dalgasının odağı haline gelmesi, Türkiye’nin sosyolojik gerçeğinin değiştirilmesi için atılmış çok büyük bir Siyasal İslam projesiydi. Erdoğan bir taraftan AKP’li fabrikatörleri mültecilerin ucuz işgücüyle “ödüllendirirken”, diğer taraftan kendisine teslim olmayı reddeden ulusal yapıyı “kozmopolit bir imparatorluk nüfusu” yaratmak suretiyle cezalandırmaya çalışıyordu.
Türkiye açısından kabul edilebilecek hiçbir yönü olmayan Suriye politikasının temelinde, Erdoğan’ın Türklüğü cezalandırmaya çalışan bu tavrı vardı. Hem ulusal kimlik ayaklar altına alınıyor, hem de Türkiye’de bulunmalarını iktidara borçlu olan kalabalık bir siyasi topluluk yaratılarak toplumsal dengeler değiştiriliyordu.
Geldiğimiz noktada Arapçanın alternatif bir dil olarak toplumsal hayata sokulması, Türkçenin yok edilmesi, Siyasal İslamcılar açısından atılmış çok önemli bir adımdır. Devletin temelinde olan dil birliği ortadan kaldırılmıştır.
Kadının yok sayıldığı mülteci toplumundaki hayat tarzı, doğrudan milliyetçi ve laik yurttaşların karşısına çıkarılmış ve Türkiye’nin laik yapısı bozulmuştur.
Diğer taraftan mültecilere kalıcı olacaklarına dair güvence verilmesi, mültecilerin yaşadığı büyük mahallelerin oluşmasına sebep olmuş ve bu bölgeler devletin denetimi dışına çıkan güvensiz yerler haline dönüşmüştür.
Mültecilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde radikal İslamcı örgütlenmeler ve mafya yapılanması cirit atmaktadır. Buralar artık Türklerin yaşayabildiği yerler olmaktan çıkmıştır. Ancak buralardaki tehlikeli örgütlenmelerin hedefi zaten kendi mahalleleri değil, Türklerin yaşadıkları yerler.
İktidar tarafından kalıcı olma garantisi veren bu büyük nüfus, yerleşik hale gelmek için ticari hayata da girmiş ve ciddi anlamda zenginleşmiştir. Bu yoğunlaşmayı en çok yaşayan yerlerden olan Hatay’ın Büyükşehir Belediye Başkanı Lüftü Savaş, Hatay’da yaşayan Suriyelilerin başkaları üzerinden geniş topraklar satın aldıklarını ve bunun gelecek için büyük bir tehlike oluşturduğunu dile getirmektedir.
Türk düşmanlığının en büyük hayali olan federatif bir yapının kurulmasının zemini, böylece oluşturuluyor. Ulus devleti yok eden iktidar, ulusal kimliği de yok ederek mültecilerin yarattıkları dönüşümü “normalleştirmeye” çalışıyor.
Sokaklardaki sahipsiz hayvanların saldırılarından bile “Beyaz Türkleri” sorumlu tutacak kadar Türkleri düşman gören Erdoğan’ın milliyetçiliği tamamen ayaklar altına alabilmesi; milliyetçilikle var olan laikliğin de yok edilmesi ancak böylesi bir mülteci nüfusunun varlığı ve kaosla mümkün olabilir. İslamcılığın fıtratıdır bu kafa yapısı, asla değişmez.