Cezair kökenli 17 yaşındaki gencin polis tarafından öldürülmesi ile patlak veren eylem dalgası tüm Fransa’ya yayıldı ve dünya gündemine oturdu.
Fransız polisinin orantısızlığın da ötesinde açık açık öldürmeyi amaçladığı, görüntülerle de sabit. Dolayısıyla protestoların tüm ülkeye ve buradan Belçika, İsviçre gibi komşu ülkelere sıçraması beklenen bir durumdu.
Ayaklanan kitle, ağırlıklı olarak ikinci, üçüncü nesil Mağrip kökenli Fransız vatandaşları ve polis kurşunuyla öldürülen Nahel’de dosdoğru kendilerini görmeleri kaçınılmaz. Ama protesto dürtüsü ile başlayan eylem dalgasının süratle bir öfke ve şiddet furyasına dönüştüğü de ayrıca incelenmesi gereken bir olguydu.
İlk günden itibaren eylemlerin yönü eşitlik ve adalet arzusundan ziyade kaba intikam duygusunu tatmin etmeye doğru evrildi. Şiddetin muhatabı, Nahel’in katillerini temsil eden polisten başka herkes ve özellikle siviller oldu.
Türkiye’de Sol basının görmezden geldiği, görünce de meşrulaştırmaya çalıştığı mesele işte bu. AKP medyasının herhangi bir Avrupa ülkesindeki herhangi bir polis şiddetini ve herhangi bir toplumsal olayı propaganda unsuru olarak kullanması herkesin gözüne batıyor. Ama Sol basında öteki hissedenlere –evet, entegre olamayanlara– terör reçete eden Fanonist psikoterapiye nedense itiraz yok.
Konuyu uzatacak fazlaca örnek var. Ama sanırım bunlardan bir tanesi Sol’un Fransa olaylarına bakışındaki arabesk fantezi gözlüğünü özetliyor. Belki Fanon’u anarak haddinden fazla kıymet veriyoruz. Evrensel’den Kâmil Tekin Sürek’in şu dünkü satırları, “Yakarsa dünyayı garipler yakar” Müslümcülüğünden ne kadar farklı:
“… ayaklananları Vandallıkla suçlayanların çoğunun yıllarca örgütlü mücadeleyi karalamış, örgüt fobisi pompalamış kişiler olması da ilginç.
Ayaklananlar öfkelerini patronlara, zenginlere yöneltiyor. Yağmalanan mağazalar, yakılan arabalar çoğunlukla onların. ABD’de böyle bir ayaklanmadaki en ilginç sloganlardan biri “Zenginleri yiyin” idi.
Yazıyı kıssadan hisse ile bitirirsek; sömürü ve zulüm, mağdurlarını eninde sonunda ayağa kaldırır. Çözüm sömürüsüz, savaşsız, sınırsız özgürlükler dünyasıdır.”
Ayaklanmalarda bir dolu vandallık yaşandı. Bu gün gibi ortada. Hatta vandallık, Fransa olaylarının temel karakteri oldu. Apartmanlar ateşe verildi, kuyumcudan bakkalına yağmalanmadık dükkân kalmadı, turist kafileleri bile taşlandı. Hatta hareket halindeki otobüsün bagajı bile temel motivasyonu yağma olan kitlenin hedefindeydi.
Tabi Sol’un sınıfsallık takıntısı, sınıfsal kini ve sınıfsal intikamı da beraberinde getirdiği için herkesin yağma dediğine kamulaştırma, vandallığa devrimci şiddet, kundaklamaya ezilenlerin arındırıcı öfkesi, belki cinayetlere sosyal adalet denip işin içinden çıkılabilir.
Ama vandallık suçlaması ve örgütlü mücadele bir arada zikredildiğinde hayatın karşımıza çıkardığı gerçekler, teori için teori üreten Kâmil Tekin Sürek gibilerinin –eğer utanmaları varsa– boynunu yere eğdirecek cinsten.
Fransa’da yağmalanan kuyumcudan sosyalizm çıkarmaya çalışan solcularımız, 10 yıl önceki Gezi’yi neden hatırlamaz? Tüm ülkede ayaklanan Türkler yağmacı olmadığı için mi yoksa sözüm ona mücadelesi ile övünen anlı şanlı örgütler halkın gerisinde boşa düşüp bakakaldığı için mi?
Hadi karşılaştıralım o halde. Bugün Fransa’yı yakıp yıkan uyumsuzlar da örgütsüz, o gün Taksim başta olmak üzere tüm ülkede meydanları zapt eden Türk halkı da örgütsüzdü. Her iki örnekte de örgütler kitlenin önünde değil, arkasında.
Peki, Gezi’de vandallık var mıydı? Bugün Fransa’da entegre olamamış, asla da olamayacak olan Mağriplilierin arındırıcı öfkesini kutsayan en sıkı Marksist’i çevirip Gezi’de vandallığı sorsanız gururla olmadığını söyleyecek.
Yoktu çünkü. Zaten AKP’yi çıldırtan da bu değil miydi? Topbaş’a tepki iki otobüsü, polise tepki bir iki polis aracını, Penguen medyasına tepki de bir iki yayın aracını yaktırdı. Başka? O kadar.
Gezi olayları esnasında –dengesini yitirip duvardan düşerek hayatını kaybedeni saymazsak– bir tane polisin burnu kanamadı! Tersine, art arda gençler öldürüldü. Oysa bütün ülke milyonlarca eylemcinin zaptı altındaydı. Hatta Tayyip Erdoğan ülkeyi terk etmişti!
Hele yağma! Ne yağması kardeşim? Taksim’de bir tane esnafın camı çizilmedi. Onu bıraktım, millet seferber oldu. Evinde dolma sarma yapıp getiren, gazdan kaçan gençleri apartmanında saklayan, barikata elden ele malzeme taşımak için kuyruğa giren… Hangi birini anlatalım?
Ben, İstanbul’u yakıp cehenneme çevirmediği için halkı eleştiren bir Sol yayın vardıysa hatırlamıyorum. Ama polise taş atanların eylemci kitle tarafından dövülüp sivil polis muamelesi yapıldığını gözlerimle gördüm.
Halep oradaysa arşın burada. Dünya tarihinin en muhteşem siyasi eylemi 10 yıllık, halen canlı bir miras olarak önümüzde.
Yine de kafalarda garip bir dünya var. Bizim Solun Fransa’da görüp hasretle sarıldığı aslında Suriyeli, Afgan, LGBT, Kürt diye derledikleri beyhude bir “ulussuzluk özlemi.”
Ne yapalım ki reddettiğiniz ulus gerçeği peşinizden öcü gibi gelip sizi kovalıyor. Ne Mağripliler kendini Fransız kabul ediyor, ne de Fransız ulusu onları bağrına basıyor. Ne kolonyal geçmişin telafisi Fransız vatandaşlığıyla mümkün, ne de aşağılık kompleksini vandallıkla aşmak…
Çaktırmadan yolunu yaptıkları Suriyeli, Afgan, Paki entegrasyonu da bu yüzden gerçekleşmeyecek. Ama onların “Fanoncu” kinini, öfkesini, taş devrinden kalma vandallığını bu aklı başına gelmezler alkışlamaya devam edecek.