Dün Türkiye’nin gündeminde 4 dava vardı. Gezi davası, Furkan Vakfı davası, Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri davası ve Montrö (Emekli Amiraller) davası.
Türkiye’de “siyasi dava”ların sayısı elbette bunlarla sınırlı değil. Ergenekon ve Balyoz ile başlayan “kumpas davaları” olarak bilinen süreç aslında AKP faşizminin inşa tarihi olarak da okunabilir.
Zamanında Vural Savaş demokrasiyi savunmak için yargının misyonuna vurgu yapmak için Almanya kökenli “Militan Demokrasi” kuramını ortaya atmıştı. 2002 yılında iktidara gelen AKP-Cemaat bloğu daha sonra açılım sürecinde yanına PKK ve liberalleri de alarak “Militan Demokrasi” kuramının adeta antitezini uygulamıştı: “Militan yargı faşizmi.”
Bu gerici yargı diktası ya da “vesayeti” önce kendi çocuklarını yedi. Cemaatçiler ve yargıdaki mensupları hapse atıldı, tasfiye edildi. Bir kısmı ise gömlek değiştirdi. AKP gömleğiyle kaldıkları yerden devam ettiler. “Barış Akademisyenleri Davası”na ve 15 Temmuz sonrası “siyasi davalara” kadar ilerleyen faşizmin ikinci “yargı aktivizmi” dalgasında en sonunda kendini hapiste bulmayan toplumsal kesim kalmadı. “Yetmez ama evet” diyenler dâhil…
Dünkü haberlere baktığımızda AKP faşizminin bir “başarısını” görüyoruz. Yerlerde sürüklenen Furkancılar, teröre dönüşen polis şiddeti. Toplumun neredeyse %99’u ise kör bu manzaraya. Hatta muhalif İslamcılar dâhil bu suskunluğa. Furkancılar ise “neredesiniz?” diyor haklı olarak.
Diğer yandan Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine de aynı polis şiddeti ve hukuksuzluk uygulandı. Onların destekçileri var ama yine sınırlı bir kesim. “Neredesiniz” diyen Furkancılar veya diğer “siyasi dava” mağdurları ise bu sefer onlara sessiz, kör. Sanki Furkancılara yapılan zulme karşı çıkınca şeriatçı oluyorsunuz veya Boğaziçililere destek olursanız eşcinsel.
Boğaziçililerin yargılandığı Çağlayan adliye binasında Montrö davası görülüyordu aynı anda. Boğaziçi davasına desteğe giden siyasiler o koridora asla uğramıyor. Montrö davası koridoruna gidenler ise diğer koridordan kaçıyor. Hatta daha da ilginci Montrö davasında yargılanan emekli amiraller silah arkadaşları Çetin Doğan ile veya diğer 28 Şubat davası mağdurları ile asla yan yana gelmemeye özen gösteriyorlar.
Gezi Davası’nda da benzer bir durum var. Aslında bu dava bütün davaların bir sentezi gibi. Gezi’de AKP karşıtı İslamcılar da vardı, Kemalistler de. Sosyalistler de vardı “yetmez ama evetçi”lerden kopan liberaller de. Ama AKP bu davada adeta kör gözümüze parmak soktu. Muhalefetin parçalanmışlığını sürreal bir iddianame ile taçlandırdı.
AKP Gezi Direnişi’ndeki en önemsiz kişiyi, hatta dava dosyasındaki tapelerden anlaşıldığı kadarıyla çok kararsız kaldığı için eyleme ancak sonradan katılan Osman Kavala gibi bir liberali “lider” olarak kurguladı. Hakkında gizlilik kararı olan binlerce kişiyi ise bekletiyorlar. Yani Gezi’nin omurgasını oluşturan ulusalcı ve sosyalist yığınlar ve liderler özellikle dosyanın dışında tutuluyor. Ayrıca kim bilir belki soyismi Koç olan “şüpheli”ler bile dosyada yer alıyor olabilir. İleride göreceğiz. Planlanan en büyük tasfiye dalgasının gizli silahı gibi “gizlilik kararları” bekletiliyor.
“Siyasal davaları” kompartımanlaştırma ve bu yolla toplumsal muhalefeti parçalama stratejisinin belki de özeti gibi Gezi davası. Milyonlarca Gezici var. Sayısız farklı siyasi eğilimleri taşıyan gerçek bir halk hareketiydi. En çok da bu korkutmuştu AKP’yi. Ama şimdi kimse gidip destek vermiyor Gezi davasına. Sadece Osman Kavala’ya karşı olmaktan falan da değil.
Lideri Osman Kavala olan bir Gezi davası absürt geliyor insanlara. Mesela lideri Çarşı’dan bir tribün amigosu olsa “tehlikenin farkında” olacak veya sırf “Gezici tepkisi” gösterecek yüzlerce kişi toplanacaktı belki de Çağlayan’da her celse öncesi. Ancak şunu da herkes biliyor. En alakasız adam Osman Kavala “Gezi Terör Örgütü” lideri olarak hüküm giyerse nur topu gibi yeni bir “terör örgütü”müz olacak: “GETÖ”! Ve sıra binlerce kişiye gelecek.
Yani aslında “bana dokunmayan yılan” zihniyeti de yok. Çünkü “yılan”ın herkese dokunacağı çoktan belli oldu. Ergenekon-Balyoz davalarına “oh olsun” deyip de kendi “kumpas davası” ile ödüllendirilmeyen mi kaldı? Yine de bir araya gelemiyor insanlar. Bu başka türden bir parçalanmışlık.
Kısacası kimsenin diğerinin “siyasi davası”nı sahiplenemeyeceği bir “yargı mühendisliği” yürüttü AKP diktası. Önce sapla saman karıştırma taktiği uygulandı. Danıştay cinayetinden sonra büyük bir toplumsal tepki ortaya çıkmıştı. Daha 2006’da Danıştay davası bir kumpas gibi kurgulanmış ve hiç benzemezler aynı çuvala konmuştu. Böyle muhalefetin ürkütülüp, bastırılabileceği anlaşılmıştı.
2022’ye geldik. Şimdi de benzerler parçalanıyor. Herkes kendi “siyasi dava”sına hapsediliyor. Muhalif İslamcı Furkancı’nın, muhalif solcu Osman Kavala’nın, muhalif amiral hapisteki kendi silah arkadaşının davasından kaçıyor.
Diğer yandan herkes kendince haklı… Gökçe Fırat’ın, Sedef Kabaş’ın davalarından kaçanlar, “neden Osman Kavala’yı, Ahmet Altan’ı yalnız bırakıyorlar” diye isyan ediyor. Her davaya destek olmaya çalışanlara, “diğerlerinin” celselerine gidenlere de önce oradakiler tepki gösteriyor: “Neden gelmiş ki?”
Karamsar bir tablo mu? Bence değil. Diyalektik bir tersine dönüşün arifesindeyiz. Bunca farklı çevreye zulüm uygulayan ve hepsini bir şekilde atomize eden diktatörlük, sonunda “yalnız” bırakılanların birleşeceği ve tüm “siyasi davaların” tek bir davaya, “AKP Diktasına karşı direniş davasına” dönüşeceği bir nesnellik yaratıyor.
Evet, başta parçalanmışlığın da bir mantığı vardı. İdeolojik olarak farklı parçaların farklı durması da doğal ve doğru olanıdır. Ancak şimdiki “parçalanmışlık” artık ideolojik farklılıklardan değil sadece “dosya esas no’ları” farklı olduğu için hepimize dayatılmış bir parçalanmışlık. Aktroller haklı. Birleştik. Daha doğrusu dikta operasyonları ve zulmü ile tüm toplumu parçalayarak bileştirdi. Belki başta amacımız bu değildi ama şu anda tek bir haklı ortak dava var. O da AKP diktasına karşı çıkmak!
Türkiye’de dün konuşulan dört siyasi dava işte böyle bir toplumsal parçalanmışlığın ve aynı zamanda birliğin resminin ta kendisidir. Bugün parçalanmış olanlar zaten bu hâle düştükleri için ilk kez ortak bir zemine kavuştular. Artık gerçekten toplumsal birlik şansı var. Ve bu birlik çok basit ve kolay bir yolla sağlanabilir. Adliye koridorlarında parçalananların, duvardaki listede ismini arayanların kendi celsesi bittiğinde, sadece dayanışma için yan koridordaki davaya da uğraması yeterli. İlk ve en büyük adım bu. Kılıçdaroğlu’nun komik helalleşme müsamereleri veya “altı partili otel buluşmaları”ndan bin kat daha büyük bir adım.
(Küçük bir not: Ali Babacan ve Ümit Özdağ’ın çizgilerine ve partilerine siyasi olarak karşıyım. Ali Babacan en son Ergenekon ve Balyoz davalarını destekler nitelikte açıklama yaptı. Ümit Özdağ da herkesi, hatta çalışma arkadaşlarını dahi “Fetöcülük” ile itham eden bir çizgiye evrildi. Yine de bu tür ayrıştırıcı liderlerin bile alabilecekleri çok basit bir tavır öneriyorum. Ali Babacan Montrö davasına gidebilir ve şunu diyebilir. “Evet, askeri vesayete karşıyım, ulusalcılardan tepki de alıyorum ama bu davada büyük haksızlık var.” Veya Ümit Özdağ da Montrö celsesi bitince Boğaziçililerin koridoruna gidebilir. Çok farklı fikirleri var onların da ama mesela öğrenciler kesinlikle “Fetö”cü değil. Büyük ihtimalle ikisi de tepki görecektir. Hiçbir lider yuhalanmak, zor durumda kalmak istemez. Ama kendi siyasi çizgileri samimiyet kazanacaktır bu yolla. Büyük destek de toplayacaklardır. En azından bir lider için benim saygımı kazanma yolu budur. Samimiyet ve cesaret. Türkiye’de gerçekten cesur lider var mı?)