Fransa’da seçimlerin erkene alınması kararı siyasi açıdan çok cesurca bir adımdır. Macron, silik Almanya şansölyesi ve Neonazi partisi AfD tehdidi altındaki Almanya’ya karşı ön alarak siyasi bir kumar oynuyor. Ne kadar doğru olduğu tartışılır fakat alınan karar, bu haliyle daha çok aşırı sağın önünü hemen daha ilk çıkış anında kesmek için yapılmış proaktif bir eyleme benziyor. Ve yine buradan görülen şudur ki; “Liberal” Macron, fırsattan istifade görece daha sıkışık durumdaki Alman Solu ve sosyalist gruplar karşısında Avrupa’nın kurtarıcı liderliğine soyunuyor.
Tüm bu görünürlüğün ardında karar, zımnî bir anlaşmanın dışa yansıması da olabilir. Nitekim Almanya’da yapılacak bir erken seçimde AfD partisinin yine aynı oranlarda oy alacağı ve mevcut hükümetin ağır yenilgiyle iktidarı AfD destekli Hıristiyan birlik partilerine (CDU/CSU) devredeceği çok net biçimde görülüyor. Ortada kesin kaybedilecek bir oyun varsa ve yasal yetki de halen elinizdeyse, o oyunu oyna(t)mamak daha mantıklı bir hamledir. Alman Solu bilinçli olarak sonuçları dikkate almamakta, daha doğrusu zamana yayarak işi sönümlendirmeye çalışmaktadır.
Fransa’daki yarı başkanlık hükümet modeli ve seçim sistemi Alman Solu’nun yapmakta zorlanacağı manevraları daha rahat yapabilmesine olanak sağlıyor. Macron, en kötü durumda aşırı sağın parlamentoda dominant olmasına ve bir “Kohabitasyon”¹ ihtimaline kendisini hazırlamış ki, uzun soluklu mücadelesinde şimdiden Avrupa kamuoyunun desteğini sağlamaya çalışıyor. Aşırı sağcı bir başbakanla çalışmaya değil çatışmaya hazırlanıyor. Kazanırsa Avrupa’nın lideri olabilir, kaybederse çok daha zor günler bekliyor.
…
Aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda tek çatı altında toplanamamış olması, demokrasi ve birlik adına halen bir güvenceymiş gibi görünebilir ancak bu ekstrem grupların “neyin olmaması gerektiği” konusunda tam mutabakata varmaları halinde o istedikleri türden bir AB’yi yeniden yapılandırmalarının önünde hiçbir engel kalmıyor.
Son yıllarda Birleşik Krallık da dâhil olmak üzere Avrupa’nın genelinde siyasi partilerin kritik öneme haiz politik kararlarda klasik eğilimlerine tamamen aykırı duruşlar sergiledikleri görülüyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin üzerinden 30 yıldan fazla bir zaman geçmiş olsa bile yine de sendikaların ve sol iktidarların NATO şemsiyesi altında kayıtsız şartsız Ukrayna’dan taraf olduğu, buna karşın sağ siyasetin göçmen krizi ve kötüleşen ekonominin etkisiyle de olsa NATO ve AB karşıtı söylemle Ukrayna’ya destekte mesafeli oluşu arızalı bir tablodur.
Her şeye rağmen tablonun nihai olarak değiştiğini söyleyemeyiz. Ayrıca tüm bu politik makas değişikliklerinin ortasında partilerin kendi içlerindeki tartışmalar da sürüyor. Bu bağlamda her ne kadar AB üyeliğinden ayrılmış da olsa Batı kampındaki siyasi ağırlığı hasebiyle temmuz ayındaki Birleşik Krallık seçimleri de önem arz etmektedir. Kamuoyu yoklamalarına göre İşçi Partisi yıllar sonra yeniden iktidara geliyor. Şayet bu değişim, Tony Blair’in son dönemlerindeki gibi bir fiyasko yaşatmayacaksa, hayırlı bir değişimdir. Irak Savaşı’nın utancını, devam etmekte olan Rusya-NATO didişmesinde tutum değiştirme cesaretini göstererek bir nebze temizleyip yeni bir siyasetin önünü açabilirler. Esasen yalnızca enternasyonalci bir yaklaşımla değil, ulusalcı sol yaklaşımlarla da varılacak doğru çıkış yolu buna yakın bir yol olacaktır.
…
Ukrayna’daki savaş mutlak şekilde bir an önce sonlandırılmalıdır. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine yeteri kadar güçlü cevap veremeyen Rusya’yı bu saatten sonra daha da köşeye sıkıştırmak yanlıştır. Ukrayna’nın NATO’ya üyeliğinin gündemde olmayacağı (NATO genişlemesinin olmayacağı) garanti edilirse, Rusya’ya buradan bir paye ve onurlu çıkış sağlanmış olur. Ukrayna’nın Moldova’yla beraber AB’ye tam üyelik müzakerelerine başlayacak olması, Rusya açısından sanıldığı ölçüde savaşı sürdürme sebebi değildir. Aksine, uzun vadede Rusya ile imtiyazlı ortaklık iki taraf için de daha tutarlı bir yoldur.
Rusya’nın ve AB ülkelerinin yıpranarak bir bütün olarak gerilemesinden ve Ukrayna’nın bölünmesinden başka bir sonucu olmayacak bu savaşın bir türlü sona erememesi, ABD ve Çin dışında kimlerin yararına olabilir ki?
Avrupa’da savaş korkusu…
Son zamanlarda Avrupalı bazı liderlerin sorumsuzca halkı paniğe sevk eden seferberlik çağrılarındaki asıl amacın daha çok savaş korkusunu taze tutmak olduğu açıktır. Fakat oldukça kötü bir iletişim tarzıdır bu. Böylesine berbat politikaların üstelik iletişim faciaları eşliğinde sol hükümetler döneminde yaptırılabiliyor olması da ayrıca düşündürücüdür.
Tüm dengeleri boşa çıkarırcasına, Rusya çılgınlık eder Avrupa’ya doğrudan bir saldırıda bulunursa, bunda hesapsız hamleleri sebebiyle Avrupa’nın da payı olacaktır. Ancak, NATO müttefikliğinden dolayı iş dönüp dolaşıp yine Türkiye’nin önüne gelecektir… O halde kötü ve en uzak ihtimale yani savaşın yayıldığı ve yeni tür bir “Dünya Savaşı” mahiyetini kazandığı senaryoya göre Türkiye’nin de planlarını yapmış olması gerekiyor. Kuşkusuz Türkiye’nin tüm olasılıklara göre üzerinde çalıştığı planları var ve gelişmeleri takip ederek ona göre aksiyon alacaktır. Fakat, BRICS ülkelerine katılma çabası bu anlamda akla yatkın bir plan olarak değerlendirilemez, iyice gözden geçirilmelidir.
Türkiye bu süre zarfında üretimden gelen gücünü iyi organize etmeye ve kaynaklarını verimli kullanmaya odaklanmalıdır. Ne yazık ki, birçok alanda savurganlıklar eski hızıyla devam ediyor, bunun önüne geçilemediği müddetçe bir ilerleme beklenemez. Bununla birlikte, Türkiye’nin bir mülteci deposu olarak daha fazla devam edemeyeceği de ortadadır. Şu halde bugüne kadar yaşanan gerçekleri kabullenmek ve hiç olmazsa bundan sonrası için doğru entegrasyon politikasıyla kangren halini almış sorunu ivedilikle çözmek durumundadır. AB ülkelerinde bu hususta iki ana model öne çıkıyor:
1) Katı laiklik ve ulusalcı yorumuyla Fransız modeli.
2) Son derece esnek, çok kültürlü/çok dilli ve inanç gruplarına müsamahalı İskandinav modeli.
Türkiye’de özellikle son on yılda yaşanan kitlesel göçler neticesinde ortaya çıkan demografik yapı, Fransa’daki kadar değilse de, entegrasyon proseslerinde laik modeli mecburi kılıyor.
Bir diğer taraftan Türkiye, Yunanistan’ın her fırsatta kışkırtılmasına karşı da Ege Denizi’ndeki statünün yalnızca Lozan’da belirtildiği şekliyle (1930’lar öncesindeki uygulama) kabul ettiğini, bunun hilafına yapılacak her harekete anında karşılık vereceğini vurgulamalıdır.² Ege Denizi’nde olduğu gibi Akdeniz’deki deniz yetki alanları ve Kıbrıs’taki haklar konusunda da aynı kararlılıkla hareket etmek zorundadır.
Belirsizliklerin çözümlenememesi ve savaşın yayılarak devam etmesi veya en azından krizin daha da tırmanması senaryosuna karşı bu diplomatik ön hazırlıkların şimdiden tamamlanması yerinde olur
Dipnotlar:
1. Kohabitasyon: Fransa gibi yarı başkanlık sistemlerinde karşılaşılan cumhurbaşkanının ve başbakanın farklı partilerden olduğu durum.
2. Lozan Barış Antlaşması’nın 12. maddesinin son kısmındaki ibareye göre iki devletin karasuları 3 mildir. Bu sınır yıllar içerisinde Yunanistan tarafından önce 6 mile sonrasında ise Türkiye’nin savaş sebebi saymasına rağmen 12 mile çıkarılmaya çalışılmıştır.