CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, dün alışılmışın dışında bir Meclis Grup Toplantısı konuşması yaptı. Önceki gün verilen hukuksuz Gezi Davası kararının ardından zaten “alışılmış” tarzda devam etmesi de pek uygun olmazdı. Nitekim Gezi Davası kararlarına da değindiği, yaşananları “kurgulanmış mahkeme” olarak tanımladığı ve sadece 12 dakika süren konuşmasının dozu gittikçe yükseldi, sertleşti.
Ahmed Arif’in Adiloş Bebe şiirine gönderme yaparak aşımıza, ekmeğimize göz koyan engereklerle, çıyanlarla mücadele edeceğini belirten Kılıçdaroğlu, partililere de şöyle sesleniyordu:
“Ya şimdi bana katılın ya da yolumdan çekilin.”
Tüm bunların da ötesinde, bana kalırsa konuşmasının can alıcı noktasında şu cümle vardı:
“Dünya kötülük yapanlar yüzünden değil, seyirci kalanlar yüzünden bu hale geldi.”
Elbette bu söylediklerine katılmamak için AKP’li olmak gerek ve bu konuşma, içeriğiyle de sert üslubuyla da günün ruhuna uygun bir çıkış.
Fakat acaba bir “kavga manifestosu” gibi planladığı bu konuşmayı yapan Kemal Kılıçdaroğlu, bu mücadeleyi nasıl tahayyül ediyor? Bundan sonra ne yapmayı düşünüyor? Maalesef bugüne kadarki performansının gösterdiği, bu tip sert çıkışlarının ardından, sarf ettiği sert sözlerin yeterli bir mücadele aracı olduğunu varsayarak eylemden uzak durduğu ve sadece “söz” üretmekle iktifa ettiği…
Doğrusu konuşmayı dinlediğim zaman geçmiş deneyimlerin baskısıyla olsa gerek, pek de heyecanlanmadım. Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasî hayatının en eylemli ve doğru dönemi tabii ki Adalet Yürüyüşü’ydü. Ama hepimizin hatırladığı gibi bu ileri hamle de bizzat kendi elleriyle İstanbul Maltepe Meydanı’na gömülerek akamete uğratılmıştı. Daha sonraki dönemlerde zaman zaman başka sert çıkışlar gördük ama bunlar sert sözlerin ağızdan çıkışı olmakla kaldı.
Şimdi sormak gerek: Sadece söz üretmek yani susmamak, eleştirmek, sert konuşmalar yapmak gerçek bir siyasî kavga vermek için yeterli mi? Hele ki söz konusu kişi, Türkiye’nin solcu ana muhalefet partisinin lideri olursa bu soru daha da önem kazanıyor.
Evet, susmamak önemli, haksızlıklara, adaletsizliğe, zulme, baskıya, halkın mahkûm edildiği yoksulluğa karşı konuşmak, yazmak çok önemli. Gelgelelim, bu kıstaslar bir aydın için yeterli olup “iyi bir karne” sağlasa da iktidara talip bir sol muhalefet lideri için elbette değil. Siyasetçinin yorumlayan, eleştiren, gerçekleri haykıran doğru ve dürüst aydından farklı bir şey daha yapması gerekli: Bunları değiştirmeli!
Aslında mesele; sol açısından epey eskiden, yaklaşık 150 yıl önce çözüme ulaşmış bir tartışmaya kadar uzanıyor. Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’inin on birincisi, tam da bu konuyu çözümlemek için yazılmıştı: “Filozoflar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler, oysa mesele onu değiştirmektir.” Tabii ki Marx, bunu devrimciler için bir görev olarak belirtiyordu. Yani söz, yorum, eleştiri yetmiyordu; asıl mesele dünyayı değiştirmekti…
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kendisini, lideri bulunduğu partinin Altı Ok’undan biri olan “devrimciliğe”, filozofluktan, hadi günümüz için “aydın kimliğinden” daha yakın hissettiğini varsayarak yazıyorum. Fakat bugüne kadar içinde her “sokak” veya “eylem” geçen cümleye garip bir refleksle “aman provokasyon olur” diyerek tepki vermesi, kendisiyle ilgili bu umudumu epey zayıflatıyor. Oysa “sokak ve/veya “eylem” provokasyon demek olmadığı gibi devrimciliği de, hatta solculuğu da bir yana bırakalım muhalif bir siyasî için olmazsa olmaz şartlar. Bir de içinden geçtiğimiz, daha doğrusu 20 yıldır içine tıkılıp kaldığımız bu faşizm döneminde bu daha da önemli.
Sözgelimi, provokasyonla sokak ve eylemin hiçbir ilgisinin olmadığının en güzel kanıtı olan Gezi’nin yargılandığı ve sanıklar şahsında milyonların mahkûm edildiği davanın sonucuna karşı Kemal Kılıçdaroğlu acaba bahsettiği kavgayı sahada mı vermeyi planlıyor yoksa Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmalarla mı? Göreceğiz.
Kemal Kılıçdaroğlu eski Türkiye’nin “susma, sustukça sıra sana gelecek,” sloganının da artık yeterli olmadığının mutlaka farkında olmalı. Çünkü artık “susanlara” değil “susmayanlara” da sıranın geldiği, hatta onların adlarının “listenin” daha üstlerine yazıldığı bir dönemdeyiz.
İşin daha da kötüsü, CHP’nin ve liderinin bu “susmamak” ile yetinen tavrı, sadece kendilerindeki bir “vicdan rahatlaması” ile sonuçlanmıyor, aynı zamanda muhalif kitleler üzerinde de bir “bakın, ne kadar sert konuştu, susmadı” uyuşması da yaratıyor.
Kısacası CHP ve Kılıçdaroğlu, kritik bir yol ayrımına bir kez daha ulaştı: “Susmamakla”, “söz üretmekle” yetinerek muhalif kitlelerin “afyonu” olmak mı, yoksa “eylem” üreterek muhalefetin gerçekten öncüsü olmak mı?
Başarıyı gerçekten istiyorlarsa – ki bundan pek de emin değilim – yapılması gereken ortada.