Kazakistan ve Türk Dünyası neden çıkmazda?
Hepimiz Kazakistan’da son on günde olan bitenle sarsıldık. Özellikle bizim gibi Türk Dünyası’nı, Türk devletlerini, halklarını sevenler ve yakından takip edenler, Turan’ı bir hayal olarak da olsa aklında ve yüreğinde yaşatanlar isyan halindeyiz.
Komplo teorisyenliğinin Rusçu versiyonu, olayların arkasında ABD ve AB’nin olduğunu her zamanki pişkinliğiyle iddia edip halkı ajan-terörist ilan ederken, sağcı-Türkçü versiyon ise her şeyin Rus tezgâhı olduğunu savundu. Her iki teorinin bir ortak noktası var: İkisi de 30 yıldır süren bir dikta ve yolsuzluk rejiminin, antidemokratik idarenin, muhalefetsizliğin ardından halkın bir gün gelip kendiliğinden bir patlamayla sokaklara dökülebileceğini görmezden geliyor. Bu sırada Kazakistan diktası, halkın üzerine uyarmadan ateş açma emri verirken diğer taraftan Rusya, Ermenistan ve Belarus askerlerini ülkesini işgale ve kendi halkını katletmeye davet etmekle meşguldü.
Peki, ne oldu da 30 yıllık bağımsızlığın ardından Kazakistan, bu kanlı çıkmaz sokağa girdi? Neden şekilsel de olsa bir demokrasi kurulamadı? Neden adı cumhuriyet olan ama gerçekte Nazarbayev ve klanının hüküm sürdüğü bir taçsız monarşi rejimi hâlâ ayakta? Halk neden bu kadar yoksul? Demokratik gösteriler neden kanla bastırılıyor? Ve şimdi Kazakistan’da patlak verse de Türk Dünyası’nın tümünde neden hep benzer rejimler var?
20 yıllık AKP iktidarına rağmen Türkiye nasıl oluyor da Türk ülkelerinin tümünden daha normal, dünya standartlarında bir ülke olarak kalabildi, hiçbiri Türkiye’nin içinde bulunduğumuz şu en kötü haline bile erişemedi?
Osmanlı ve Türkiye neyi başarmıştı?
Elbette en özet ve doğru cevap, Atatürk ve Cumhuriyet’in attığı temeldir. O kadar zaman içinde, şu kadar karşıdevrimci iktidar gelmiş geçmiş, en sonunda ülke AKP diktasının eline düşmüştür ama yine de şeklen ve hukuken ortada hâlâ bir demokrasi, cumhuriyet, parlamento, konuşabilen bir muhalefet vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin olumlu geçmişini değil, en kötü durumu olan hâlihazırını dahi Türk devletleriyle mukayese etsek, yine de burası ağır basmaktadır.
Bunun nedenini anlayabilmek için biraz daha derine inmek ve tarihte daha geriye gitmek gerekir…
Türk tarihi şanlıdır fakat olumsuz açıdan okuduğumuzda iç kavgaların, taht mücadelelerinin, Türk boylarının birbirine yağılığının ve hatta birbirini katletmesinin, taht mücadelelerinin ve ihanetlerin de tarihidir maalesef. Hunlardan, Göktürklerden bugüne kadar bunlar yaşanmıştır ve hâlâ da yaşanmaktadır. Buna klan, kabile ya da boy toplumunun istikrarsızlığı diyebiliriz. Tarih boyunca atlı göçebeler olarak var olan Türklerin askeri avantajını da sağlayan bu boylara dayalı örgütlenme biçimi, büyük bozkır imparatorlukları üretmiştir. Ama en güçlüsünden en zayıfına kadar tüm bu yapılar aslında istikrarsız boylar, kabileler konfederasyonlarıdır aynı zamanda.
O çok güçlü ve geniş bozkır imparatorlukları, maalesef Türk boylarının birbiriyle kavgaları ve han çocuklarının birbirleriyle taht mücadeleleri sonucu aniden çöküp ortadan kalkmışlardır. Temelde her Türk boyu en soylu boyun kendisi olduğunu düşünür, her han evladı da hanlık hakkının kendisinde olduğunu iddia eder. Bu çok güçlü inançların sonu ise yıkım ve topyekûn güçsüzlüktür.
Bu tarihsel döngüden ayrışan, daha doğrusu bunu aşmayı başaran tek Türk siyasal yapısı Osmanlı Devleti olmuştu. Bu aşmada, bugün Osmanlı’dan bahsedilirken en çok eleştiri konusu yapılan uygulamalar etkilidir aslında.
Osmanlı, Fatih Kanunnamesi’yle beraber “kardeş katli”ni meşru görmüştür. Padişah, kendisine rakip olacak tüm erkek kardeşlerini katleder. Bu, günümüzden bakınca vahşi bir uygulamadır ama taht kavgaları sonucu ölecek yüz binlere kıyasla şiddetin hanedan-aile içine hapsedildiği bir merhamet olarak da okunabilir. Fakat bunun da ötesinde devlet ve Türk milleti için bir istikrar yoludur.
Diğer ve daha belirleyici kurumsa kapıkulu sistemidir. Bazıları “Osmanlı, kendini devşirmelere teslim etti” dese de aslında bir etnik gruba, boya, klana, kabileye değil sadece devlete bağlı olan bir devlet mensupları zümresi bu sistemle yaratılmıştır. Bu sistemin yanında Anadolu’daki diğer Türk beylikleri Osmanlı tarafından tasfiye edilirken bu beyliklerin halkları da bağlı bulundukları Oğuz-Türkmen boyundan soyutlanmıştır. Herkes, Türk’tür, Müslüman’dır, Osmanlı’dır o kadar…
Diğer Türk devletlerinde bugün bile durum bunun aksidir. Şimdi kendimize soralım hangimiz, hangi Türk boyundan olduğumuzu biliyoruz? Çoğumuz sadece Türk olduğumuzu biliriz. Boy, kabile, aşiret, klan unutulmuştur. Böylece hepimiz tek bir ulusun mensupları olmuşuzdur. Bu şimdilerde Türklüğü bile tartışılan Osmanlı’nın, Türklüğe yaptığı en büyük hizmettir. Türk Dünyası’na baktığımızda ise maalesef Kırgız’ın Kazak’a, Özbek’in Kırgız’a vs. düşmanlılarının da ötesinde her Türk ülkesinin halkının kendi içinde de klanlara ve alt-klanlara ayrıldığını, bu ulus öncesi kimliklerin çok diri ve etkin olduğunu görürüz. Nitekim Kazakistan’ı bilenler kavganın temelinde Küçük, Orta ve Ulu Cüz adları verilen boyların ve bunların alt boylarının kavgası olduğunu belirtmektedir. Zaman zaman “Kazaklar yedi atalarına kadar sayarlar, biz Türkiye Türklerinde bu bilinç yok” diye hayıflanırız ama bunun zararları da böyledir maalesef!
Beğenilmeyen Osmanlı’dan tek çağdaş Türk ulusu çıkmıştır!
Türkiye ise Atatürk önderliğinde bunun üzerine çağdaş milliyetçiliği, laikliği, cumhuriyetçiliği ve demokrasiyi koyabilmiştir. Farkın diğer belirleyici boyutu da budur…
Kabile toplumunda olmayanlar:
parlamento, demokrasi, cumhuriyet ve milliyetçilik
Bugün Türkiye’de büyük oranda yetkisizleştirilmiş olsa da bir parlamento hâlâ vardır. Şeklen de olsa seçimler yapılır, muhalefetin iktidar olma ihtimali düşünülebilir. Burada da rejim Erdoğan klanının taçsız monarşisine dönüştürülmek istenmektedir ama tüm çabalar ve baskıya rağmen toplumun aktif ve/veya pasif direnişi kırılamamaktadır. Rejim öyle ya da böyle cumhuriyettir. Tüm bunların da dışında ve ötesinde Türkiye’de çağdaş bir Türk ulusu ve onun ulusçuluğu/milliyetçiliği vardır.
İşin püf noktası da buradadır: Burada çağdaş bir ulus vücuda gelmiştir. Osmanlı’dan günümüze kadar akan süreçte boylar, klanlar, kabileler tasfiye edilmiştir ve bu sayede tüm gerici denemelere rağmen Türkiye halen çağdaş uluslar ve ulus devletler dünyasının bir tamamlayıcı parçası olarak varlığını sürdürmektedir.
Bir kabile toplumunda ise bunların hiçbirisi yoktur ve maalesef diğer tüm Türk toplumları bu kategoriye girer…
Rus etkisi, Batı etkisi farkı
Tabii ki Türk Dünyası’nın bugünkü tam antidemokratik halinden sadece bu boy-kabile toplumunun aşılamaması sorumlu değil. Buna ek olarak ve çok talihsiz bir şekilde tüm Türk Dünyası 18. yüzyıldan itibaren Rusya’nın etkisine girdi. Sonra bu etki, Rus Çarlığı’nın işgaline ve bir sömürgeci olarak buraları kendine bağlamasına dönüştü. 1917 Rus Devrimi’nden sonra da Sovyet hâkimiyeti olarak devam etti. SSCB yıkıldı ama Rus etkisi de antidemokratik Rus tarzı da Türk Dünyası’nda var olmaya devam etti.
Rusya; çarlık rejimi ile yönetilirken Avrupa’nın “otokrasi” olarak tanımlanan en gerici rejimiydi. Bunu yıkan Bolşeviklerin kurduğu rejim de özellikle Stalin itibariyle Dünya’da “sol” totalitarizm olarak tanımlanan bir rejime dönüştü. Şimdiki Rusya’nın nasıl yönetildiği ve demokrasi skalasının hiçbir yerine konulamayacağı da açıktır.
Türkiye ise Türk Dünyası’nın Rus etkisine girdiği 18. yüzyıl itibariyle zaten ilişki içinde olduğu Batı’nın daha çok etkisine girmeye başladı. Batı, temelde İngiltere ve Fransa demekti. Öyle ya da böyle, İngiltere demokrasi ve anayasal monarşi, Fransa ise cumhuriyet demekti. Tanzimat’la başlayan Batılılaşma, biz ulusalcıların, milliyetçilerin, Atatürkçülerin birçok yönüyle eleştirdiğimiz, eleştirmemiz de gereken bir süreç olmuştur. Kadro’dan, Niyazi Berkes’ten, Doğan Avcıoğlu’na, Attila İlhan’a sağlam bir teorik eleştiri geleneğimiz var.
Fakat diğer yandan şunu da teslim etmeliyiz ki bugün Türkiye’de çok yıpranmış ve aşınmış halleriyle bulunsa da parlamentoculuk, demokrasi, laiklik, cumhuriyet kurumlarının varlığının temelinde Tanzimat ve sonrasındaki süreçlerin, Batı’yla ilişkinin ve Batı etkisinde bulunmanın belirleyici etkisi vardır.
Evet, Batı da Rusya da sömürgeci güçlerdir. Her ikisi de etki alanlarına kendi kurumlarını, kavramlarını, sistemlerini, geleneklerini taşımıştır. Fakat sonuçlar işte bu kadar farklıdır.
Türk halklarının da Turan’ın da önündeki en büyük engel bu yapı
Türkiye, Osmanlı’nın kabile-boy toplumunu tasfiye etmesinin, gerçek bir merkezi devlet kurmasının ardından, Batı etkisi altında demokrasi, laiklik, parlamento, anayasa gibi kurumlarla tanıştı. Tüm bunların üzerine en büyük şansımız olarak Atatürk ve Cumhuriyet Devrimi geldi.
Kazakistan ve diğer Türk toplumları-devletleri ise kabile-boy toplumundan hiçbir zaman kurtulamadı. Bu yapının üzerine Çarlık gericiliği, Sovyet “sol” totaliter rejimi yerleşti.
Şimdi bu yapı dâhilinde buradan maalesef ne demokrasi, ne gerçek anlamda boyculuğu aşmış bir milliyetçilik, ne laiklik, ne parlamento çıkmaktadır.
Herkesin kafasında bir Turan belki gerçekten de vardır ama bu da kendi boyunun başında olduğu, aslında birbirine düşman olmuş Türk halklarının gevşek bir federasyonundan öte bir şey değildir.
“Ne oldu, neden böyle oldu?” demiştik.
Krizin kaynağını çok uzaklarda aramayalım. Bu klancı yapı ve tarihsel-güncel Rusya gölgesi Türk Dünyası’nın ilerlemesinin de, Türk halklarının refahının da, hatta Turan’ın da önündeki en büyük engeldir.