Fransa’da isyan
Fransa’da başlayan isyan hareketi, küreselleşme denilen sürecin bitişi sayılabilir. Kimileri isyanın sömürgecilik karşıtı yanını ya da kapitalizmin eşitsizliğine karşı olmasını öne çıkartmış olsa da, tartışılması gereken temel sorun bambaşkadır: Küreselleşme ile biteceği varsayılan ulusal kimlikler tersine daha da belirginleşmiş, kaynaşacağı varsayılan uluslar birbirine daha da karşıt hatta kimi durumlarda düşman haline gelmiştir.
Fransa’da neredeyse üç kuşaktır yaşayan Mağrip kökenli vatandaşlara artık göçmen demek pek mümkün değil. Ama Fransız demek de gerçeği yansıtmıyor. Bunun dışındaki vatandaş olmayan göçmenleri tabloya hiç eklemesek bile ortada başlı başına bir problem var. Neden bir Cezayir kökenli, hukuken vatandaş olmuş olsa bile, hatta artık anadili Fransızca olsa bile, kendisini bir Fransız gibi ya da en azından Fransa vatandaşı gibi hissetmiyor?
Cevabı, Fransızların ırkçılığı diye verebilirsiniz belki ama Fransızların ırkçılığı doğru olmuş olsa dahi, sorunun kökeninin bu ırkçılık olmadığını, daha derinlerde bir neden olduğunu görmemiz gerek.
Ulus devletler çağı
Fransız Devrimi sonrası Avrupa’da ulus devletler çağının başladığı kabul edilir. Gerçi arada önce bir imparatorluklar çağı vardır ama esas olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemin temeli ulus devletlerdir.
Bu dönemde Afrika ve Asya toplumları ise sömürgedir. Genel olarak kendi devletleri yoktur, olan devletler ise aslında birer sömürge eyaletinden öte değildir. Üçüncü Dünya’nın kendi ulusal devletlerini kurması ise ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayacak, 80’li yıllara kadar da devam edecektir.
Ancak dünya “ulus devletler dünyası” olmuş olsa bile ‘80 sonrasında bu aşamanın da geride kaldığını düşündüren gelişmeler yaşanmıştır. 1980’li yıllarda başlayan neoliberal küreselleşme süreci, özellikle 2000’li yıllarda hızlı bir atılım yapmıştır. Küreselleşen sermayedir ama artık sadece gümrükler değil sınırlar da açılmıştır. Kapitalist merkezlere doğru akan göçmenler ile birlikte hem Avrupa’nın hem de Amerika’nın nüfus ve demografisi değişmeye başlamıştır.
Bu durum, küresel sermaye tarafından desteklenmiş ve teşvik edilmiştir. Sermaye zaten enternasyonaldir denilir, bir patron için işçisinin rengi, ırkı, dini, dili pek önemli değildir, o sonuçta sadece bir işçidir. Patron için önemli olan işçinin ücretidir, ücret düşükse o işçi makbul işçidir.
Sermaye kesimi ile karşıtlık içinde olmasını beklediğimiz Sol ise bu süreci enternasyonalizm adına kabul etmiş, hümanizm adına desteklemiştir. Özellikle 1970’li yıllardan sonra Batı dünyasını saran çok renklilik, çok dillilik, çok cinsiyetlilik gibi akımlar sermayenin emek ihtiyacına destek olan hareketlerdi.
(Burada bir parantez açalım: Enternasyonalizmin merkezi olması gereken Sovyetler Birliği, tarihi boyunca hiç dış göç almamıştır. Bugün hâlâ Komünist Partisi tarafından yönetilen ve dünyanın en büyük üretim üssü olan Çin’e de hiç emek göçü olmamıştır. Zaten bu iki devlet de, tıpkı diğer eski komünist devletler gibi “başka ulusların emekçileri bizim ülkemize göç etsinler, onlar sosyalist cenneti yaşasın biz de enternasyonalizmi gerçekleştirmiş olalım” dememişlerdir.
Tıpkı Müslümanların Kâbe’nin ve kutsal şehirlerin bulunduğu Suudi Arabistan’a ya da diğer Arap ülkelerine, İslam devletlerine göç etmemesi gibi.
Küresel Sol ile Küresel Sermaye’nin paralel dünyası gibi Ortodoks Sol ile Ortodoks İslam’ın dünyalarının paralel olması ayrıca dikkate değer olmalı.)
Neoliberal küreselcilik
Liberal ideoloji, dünya tasavvurunu bireye dayandırır, bireylerin dışında bir de firmalar vardır. Bütün dünyada iktisat fakültelerinde daha iktisada giriş dersinin ilk yılında öğrencilere dünyanın bireylerden ve firmalardan oluştuğu anlatılır. Birey kendi çıkarının peşinde koşar, firmalar da kendi kârının. Sonunda piyasada bunlar bir şekilde uzlaşır.
İlginç bir şekilde, liberalizmin zıddı olduğu varsayılan Marksizm de bu hipotezi aynen korur, birey-firma yerine emek-sermaye ya da proletarya-burjuvazi ikiliğini koyar. Bunun böyle olması kimseyi şaşırtmamalıdır çünkü Marks’ın iktisat teorisi aslında tümüyle liberaldir. Marks, Hegel’in başı üzerinde duran diyalektiğini ayakları üzerinde doğrulttuğunu söyler ama onun söylemediğini biz söyleyelim: Marks aynı zamanda, Adam Smith’in ve David Ricardo’nun liberalizmini de tıpkı Hegel’in diyalektiğine yaptığı gibi tersine çevirmiştir. Ama bir kez değil iki kez!
Liberalizm ile Marksizm arasındaki karşıtlıkmış gibi duran aynılık, bugün kültürel alanda da devam etmekte, çok kültürlülük tezleri en radikal Marksistler ile en radikal neoliberaller tarafından desteklenmektedir.
Dikkat edilirse, liberal ideoloji, iktisadi liberalizm denilen serbest piyasa savunusundan öte bir şeydir. Neoliberalizm en başından beri küresel bir dünya düşlemiştir, aslında bu düşün belki insancıl amaçları da vardı, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları ardından böyle düşünmekteydiler ama küresel dünyada sermaye ile emek dışında, birey ile firmalar dışında bir şey olmadığını düşünmek, başlı başına gerçeklikten kopmak demekti. Buna pek hayalcilik de diyemeyiz, şizofrenik bir bilinçtir bu.
Ulusal sınırları ortadan kaldırabilirdiniz, ulusal orduları azaltabilirdiniz, ulus devletleri aşındırabilirdiniz ama ya ulusa ne yapacaktınız? Onu nasıl ortadan kaldıracaktınız?
Nitekim Fransa’daki olaylar bize ulusların ortadan kalkmadığını gösterdi. Fransa, Liberal Sol’un kalesi sayılabilir, buna rağmen Fransızlar ile Mağripliler ulusal kimliklerini unutup birey olamamışlarsa ortada bir “sorun” var demektir. Daha doğrusu bir sorun değil bir gerçek.
Ulusların zenginliği
Adam Smith liberalizmin babası sayılır. Ünlü kitabının adı Ulusların Zenginliği’dir. Smith bir papaz olmasına rağmen dinsel bir kavram olan ümmeti kullanmaz, bir serbest piyasacı olmasına rağmen bireyi de kullanmaz kitabının adında. Zengin olacak olan ulustur!
Ne yani, bugünün küreselleşmeci liberalizmi Adam Smith’e karşı mı?
Elbette Smith’te de birey vardır, firma vardır ama bunların hepsi bir ulusal pazarda vardır. Çünkü uluslar doğaldır, doğal varlık oldukları için de aşılmaları beklenmez, hele de böyle bir amaç güdülmez. Bu çerçeveden bakılınca şunu çok rahatlıkla söylemek mümkün: Liberal ideoloji, liberal ekonomik sisteme aykırıdır!
Hadi gelin biraz sorgulayalım bu meseleyi.
Miras ve aile
Adam Smith ulusların zenginliğinden bahsetmişti ya, hadi şu zenginlik meselesini basitleştirelim. Çünkü tüm büyük teoriler en basit gerçeklerin ifadesinden başka bir şey değildir.
Bugün “miras” denilen bir uygulama var, her toplumda farklılıkları olsa bile özü aynıdır: Miras, aile içinde aktarılır. Çünkü birikim ya da zenginlik, ailenindir, hiç kimse de kendi kanından olmayan birine mirasını bırakmaz. Her ailede miras kavgası yaşansa bile zenginlik ile aile arasındaki doğal bağ (adeta kan bağı!) sarsılmazdır.
Bu, insanın doğasıdır, insanlar birey olarak değil aile olarak vardırlar, aynı kandan ve candan olanlar, mallarını da birbirlerine emanet eder ve miras bırakırlar.
Bu arada iktisatta eskiden “hane halkı” diye bir terim kullanılırdı, hatırlayan var mı? Çünkü iktisadi temel birimin birey değil aile olduğu düşünülürdü. Doğruydu da bu. Zaten kapitalizm, bağımsız hane halkının gelişim sürecinde çıkmıştı İngiltere’de. Ama ne olduysa bu hane halkı gitti yerine birey geldi!
Elbette tesadüf değildi! Tam bu aşamada, egemen liberal ideolojinin ve sol ideolojinin, aile düşmanı teorilerini aklınızda tutun.
Vergi ve millet
O zaman bir soru daha soralım, neden vergi veririz?
Kolay cevap: Mecbur olduğumuz için!
Ama öyle kolay değil…
İnsanlar vergi verirler çünkü tıpkı insanın ailesine bıraktığı miras gibi vergi de insanın kendi milletine bıraktığı zenginliktir. Aynı kandan olduğumuzu düşündüğümüz için, tıpkı ailemizin devamını düşünerek mirası aile içinde bıraktığımız gibi, vergimizle de milletimizi yaşatırız.
Vergi, gelecek nesillere bırakılan mirastır. Nesil sözcüğü de elbette aileye bağlıdır. Anne babalar önce çocuklarına bakar çocuklar da daha sonra ana babalarına. Tarihsel derinliği işin içine kattığımızda, şimdiki nesiller gelecek nesillere miras bırakırlar, o nesiller de sonrakine. Böylelikle milletin devamlılığı sağlanmış olur.
Kimse mirasını ailesi yerine kapı komşusuna bırakmak istemeyeceği gibi vergisini de başka bir milletin devletine vermek istemez.
Bakın aileden sonra nereye varılır: Millete.
O halde küreselleşmeci liberalizm ile solun millet düşmanlığını da hatırlayın!
Ordu ve devlet
Ve gelelim son basit gerçeğe…
İnsanlar çocuklarını neden askere gönderir?
Ailesini ve milletini korumak, aile servetini ve milli servetini korumak için! Çünkü bu servete el koymak isteyecek yağmacı saldırılar olabilir. Bunun için insanlar hem asker olurlar hem de çocuklarını askere gönderirler.
Nereye mi?
Ordu’ya, ulusal orduya!
Evet, küreselci liberalizm ile sol, aynı zamanda ordu düşmanıdır!
Peki, aileyi, milleti ve orduyu birleştiren kuruma ne ad veriyoruz: Devlet.
Ama sadece devlet değil: Ulusal devlet.
Fransız Devrimi
Bundan 150 yıl önce Fransa’da isyan eden Fransız ulusu, monarşiyi tasfiye ederek milli devletini kurmaya girişmişti, ulusal ordu Avrupa’da o zaman ortaya çıktı, sonrasında tüm hukuk sistemi de buna uygun hale getirildi. İnişleri çıkışları ile, geri dönüşleri ve kayıpları ile, süreç ulus devletlerin hakimiyeti ile noktalandı.
Fransız devleti, sadece ulusal devletin değil, aynı zamanda laik devletin de, hukuk devletinin de, cumhuriyetin de, demokrasinin de sembolü olduğu için son derece önemli.
Bakmayın Fransa’daki isyan sonrası insanların Fransa’nın sömürgeci geçmişine yaptıkları göndermelere, onların hatırında olan asıl şey Fransız Devrimi’ydi. Bizim ülkemizde özellikle Şeriatçı kesimin Fransa’daki isyana desteği de esas olarak Fransız aydınlanmasına ve cumhuriyetçiliğine olan düşmanlıklarındandı.
Fransız Devrimi, kimileri için jakobenliğin ve demokrat olmamanın simgesi. Hadi onlarla tartışmayalım burada, onlara daha demokratik devletlerden demokrasi örnekleri verelim: Kuzey ülkelerinden.
Beyaz Zambaklar’ın hepsi neden beyaz?
Ara sıra gazetelerde “dünyanın en mutlu ülkesi Finlandiya” haberini okuruz. Dünya mutluluk endeksi denilen ölçüme göre gerçekten de dünyanın en mutlu ülkesi Finlandiya’dır. Finlandiya’yı yine bir kuzey ülkesi olan Danimarka izler. Norveç, İsveç yine hep başlardadır. Hatta kimi zaman kendi ülkemizdeki siyasetten yorulduk mu “N’apalım Norveç’te yaşamıyoruz ki!” deriz esprili şekilde.
Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyeliği dolayısıyla bu ülkeler üzerine epey konuşuldu. Ülkemizden kaçan pek çok siyasinin daha 70’li yıllardan itibaren buralara sığındığı doğruydu, çünkü buralar çok demokrattı.
İyi de buralar neden mutlu, neden demokrat, neden zengin diye düşündünüz mü hiç?
Beyaz Zambaklar Ülkesi’ni okuduysanız bunun eğitimle olduğunu düşünebilirsiniz ama öyle değil. Nedeni şu: Kuzey ülkeleri, etnik ve mezhepsel türdeşliği çok yüksek ulus devletlerdir.
Finlandiya’nın nüfusunun %95’i etnik Fin’dir ve dinsel inançları da %96 ile Luteryenliktir. Norveç’in nüfusunun %94’ü etnik Norveçlidir, %86’sı Norveç Kilisesi’ne mensuptur. Danimarka’nın nüfusunun %95’i etnik Danimarkalıdır ve Luteryendir. İsveç’in %86’sı etnik İsveçli’dir ve %95 Luteryendir.
Aileler kendi ailelerine miras bırakır, milletler kendi milletleri için vergi verirler ve Kuzey ülkeleri de dünyada en yüksek oranda vergi alan ülkelerdir. Bunun tek sebebi de elbette daha homojen bir etnik, dinsel, mezhepsel yapılarının olmasıdır.
Evet, günümüzün homojenlik karşıtı küreselciliği bu gerçekle yüzleşmek istemez ama işte Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde zambaklar hep beyaz ve onları renklendirmenin bir maliyeti var: Demokrasiden uzaklaşma!
Aşırı sağ mı güçleniyor?
Finlandiya’da, İsveç’te, Norveç’te, Danimarka’da uzun yıllar sosyal demokrat iktidarlar vardı. Artık buralarda merkez sağ iktidarlar var ve dahası artık “Aşırı Sağ” da güçleniyor. Yani tüm Avrupa’da olan gelişme burada da yaşanıyor ve bunun çok basit bir sebebi var: Göçmen nüfus arttıkça toplumsal güven ve bağlılık azalıyor, ulusal birlik zedeleniyor ve ulusal refleksi sahiplenen aşırı sağ partiler iktidar oluyor ya da güçleniyor.
Kimi solcular bunu ırkçılığın veya faşizmin yükselmesi gibi gösteriyor ama kazın ayağı pek öyle değil…
Liberal ve sol ideoloji, insanların ulusal kimliklerinden, aile bağlarından kurtularak birey olması için çabaladıkça, böyle yaparak demokrasinin yerleşeceğini iddia ederek, buna inanmayanları da demokrat olmamakla suçlayarak gerçekten de ideolojik hakimiyet kurmuştur.
Bu entelijansiya adeta modern bir Papalık gibidir. Eski Engizisyon kendinden olmayanları sapkın ilan ederdi, şimdiki Engizisyon ise sapkın olmayanları demokrat olmamakla, aşırı sağcılıkla suçluyor!
Toplumlar ve insanlar, kendi ulusal kimliklerini, aile bağlarını, dini inanışlarını, soylarını, cinsiyetlerini korumak istiyor ve bu kimliklerin tümünün bir saldırı altında olduğu da gerçek. Sol, ulusal kimliğe sahip çıkmazsa bu ulusal kimliği savunan sağcılar ortaya çıkıyor ve güçleniyor. Aşırı sağ neden güçleniyor diye sormak yerine “Sol, neden ulusal kimliği sahiplenmiyor?” diye sorsak her şey farklı olabilir. Daha doğrusu bir felaket engellenebilir.
Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında aşırı sağın yükselişi faşizmle ve savaşla sonuçlanmıştı. Nazi hareketinin çıktığı Almanya, sadece savaşta en fazla kayıp veren ülke değildi, Avrupa’da en fazla göçmen alan ülkeydi.
Bugün de tüm dünyada devasa bir göç dalgası yaşanıyor ama yaşanan tek dalga bu değil. Bu göç dalgası kadar güçlü bir küresel ideolojik dalga var. İnsanların ulusuna, vatanına, devletine, ordusuna, dinine, ailesine, çocuğuna hatta çocuğunun apış arasına elini atan küresel liberal sol bir dalga var. Aşırı sağ ve faşizm tam da bu işte: İnsanların kendi kimliklerine tahammül edememek ve onları yok etmeye çalışmak. Aslında kendisi faşist olan sol, aynaya bakmak yerine başkalarını faşistlikle suçluyor yüzsüzce.
Tam da bu nedenle, solun ulusal olması bile yetmez artık, Ulusal Sol, ulusun en kararlı milli akımı olmak zorundadır. Küresel liberal sol dalgayı da, göç dalgasını da durdurmak, solun vazifesidir. Bu yapılmazsa, gerçekten de bir felakete, bir dünya savaşına doğru sürükleniriz.
Finlandiya’nın eli silahlı öğretmenleri
Savaş tehlikesinden bahsetmişken yine Finlandiya’ya dönelim. Finlandiya, NATO’ya üye olmak istedi ve oldu. Şimdi ise İsveç sırada. Bizim ülkemizde sol yaygaracılar NATO karşıtlığı yapıp dursa da uluslar kendilerini ancak silahla ve orduyla korurlar. Bazı dönemlerde “ordu gereksizdir, orduları küçültün” diyen küresel sermayeciler çıkar ve bunları destekleyen küresel liberal solcular da sahaya iner.
Oysa barışı sağlayan tek şey silahtır, ordudur!
Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka gibi Kuzey ülkelerinin asker sayıları kağıt üzerinde son derece sınırlıdır ama buna bakıp da yanılmayın.
Hadi mutluluk ülkemiz Finlandiya’ya bakalım yakından. Yaklaşık 5.5 milyon nüfusu olan ülkenin aktif asker sayısı 50 bini bile bulmaz. Yani nüfusun sadece %1’i. Ama savaş dönemi için 300 bin kişilik bir ordu hazırdır. Bununla da kalmaz, zorunlu askerlik yapan Finlerin 1 milyonluk bir yedek ordusu da hazırdır. Yani ihtiyaç anında nüfusun %20’si cephede savaşacaktır.
Ama bu barış ülkesinin aynı zamanda bireysel silahlanmanın serbest olduğu bir ülke olduğunu da hatırlatalım. Sivil nüfusun %32’si silahlıdır ve dünyada en fazla bireysel silahlanmanın olduğu ülkeler arasında da ilk ondadır Finlandiya!
Gördüğünüz gibi zambaklar ve öğretmenler ülkesi sandığınız Finlandiya’nın mutluluk formülü ulusal homojenlik ve silahlı bir halk!
İsterseniz bir de İsviçre’ye bakın, tarafsızlık abidesi bir ülke değil mi?
İkinci Dünya Savaşı’nın başında Stalin, Finlandiya’ya saldırdığında bu ulusun nasıl savaşçı bir halk olduğunu görmüştü ama asıl dersi alan Hitler oldu. Hitler, yanı başındaki minik İsviçre’yi yutmak istiyordu ama Rusya’ya bile saldıran Hitler, İsviçre’ye dokunmadı.
Kimileri için bunun nedeni tarafsız İsviçre’ye olan ihtiyaçtı oysa asıl neden diplomasi değil, ülkede hazır bekleyen ordu ve halktı. İsviçre, dünyada nüfusuna oranla en fazla askeri olan ülkeydi! Ayrıca Finler gibi onlar da bankacı değil savaşçı bir halktı. Her İsviçreli bir sniper’dı ve İsviçre’de dağlık bir ülkeydi. Hitler o nedenle ordusunu buraya süremedi.
Bugün bile İsviçre’nin 200 binlik bir ordusu var. Yaklaşık 9 milyonluk ülkenin asker oranının yüksekliğini kıyaslamak için 85 milyonluk Türkiye’nin 400 binlik bir ordusu olduğunu düşünün yeter diyeceğim ama yetmesin. Demokrasi cenneti İsviçre’de de çok sıkı bir askeri eğitim vardır ve her İsviçre evinde askeri silah bulunur. İsviçreliler sadece çakı taşır sanmayın…
Dünyanın örnek eğitimli, zengin, özellikle de sosyal demokrat geçmişi çok güçlü bu ülkeler neden böyle orducu, askerci sizce?
Çünkü sadece ulusu ve aileyi değil liberal bir ekonomiyi korumak da ancak ordu ile olur.
Bu arada en ironik gelişme belki de Rusya’daki isyan dolayısıyla bir Rus ordusu olmadığını görmüş olmamızdır. Wagner askeri Moskova kapısına dayandığında ulusal hükümeti koruyacak bir ulusal ordu yoktu. Bunun nedeni de son derece basit: Rus ulusal ordusu yok çünkü ortada bir Rus devleti de yok bir Rus ulusu da.
Birinci Dünya Savaşı’nda Rus İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Rusya’da bir ulusal devlet kurulamadan Çarlık İmparatorluğu, Komünist imparatorluğa dönüştü ve Rus uluslaşması yarıda kaldı. Ruslar, büyük millet şovenizmi ile esir halklara ulusal baskı uygularken baskı uyguladıkları uluslarda milliyetçilik ve ulusal kimlik güçlendi ama Ruslar açısından tam tersi oldu, uluslaşamadılar, şovenleştiler. Bir sarhoşlar halkı olarak kaldılar ve sarhoşlardan da ordu kuramazsınız. Mecburen paralı asker tutmak zorunda kalırsınız.
Sol ve milli vicdan
Fransa’da göçmenlerin, Rusya’da paralı askerlerin isyanı dindi. Ama biri Batı’da diğeri Doğu’da yaşanan iki olayın da bize öğreteceği ders aynı.
Küreselleşmenin ulussuz, dinsiz, mezhepsiz, cinsiyetsiz bireyler toplamı olarak tasarladığı proje görüldüğü gibi tüm dünyaya sadece nefret tohumları ekiyor. Kendini hümanizm gibi sunan bir nihilizm ulusları birbirine düşman ediyor.
Ulusların dünyasında yaşıyoruz ve bu dünyanın yangın yerine dönmesini istemiyorsak ulusal devletlerin varlığını güçlendirmeliyiz.
Ulus devletlerin çok daha fazla güçleneceği, ulusal orduların yeniden yapılanacağı bir döneme giriyoruz.
Evet milliyetçilik yükseliyor çünkü milletler tehdit altında.
Böylesi bir dünyada Sol, ailesini, milletini, devletini korumak için şimdi adım atmak zorundadır. İkinci Dünya Savaşı’na giderken kızıl bayrak açarak kendi ulusundan kopmuş ve halkı sağcılara itmişti. Kızıl Bayrak yine de bir idealin bayrağıydı ama şimdi tuttuğu Gökkuşağı bayrak bir bayrak bile değil olsa olsa eşcinsel fantezilerin çarşafıdır.
Yapılması gereken ulusal bayrağı dalgalandırmak, o bayrağın gölgesinde ailesi ile birlikte durmaktır. Aşırı sağcı tehlike denilen şey ancak bu yapılırsa engellenir. Sadece bu değil, solun kendi varlığı da buna bağlıdır.
Sol, milletin vicdanı olduğunu gösteremezse milletin vicdanında yer bulamayacaktır.
Marks’ın tabiri ile sol kendi mezarını kazmış olacaktır.
Notlar:
Finlandiya ve Kuzey ülkeleri konusunda beni uyandıran Tony Judt’tur. Kötülük Kol Gezerken kitabında yer alan bir makalede etnik ve dinsel homojenlik ile demokrasi arasındaki ilişkiyi inceler. Kitabı esas olarak Sol hareketlerin neden zayıfladığını incelenmektedir. Kuzey ülkelerinde ve tüm Avrupa’da eskiden sosyal demokratların yönettiği yerlerde aşırı sağın güçlenişini analiz etmeye çalışır. 10 yıl önce bile temel neden göçler ve göçlerin yarattığı ulusal sorundur.
Liberalizm konusunda şablonlardan uzak bir değerlendirme için Alan Macfarlane’nin İngiliz Bireyselciliğinin Kökenleri kitabı ufuk açıcıdır. İngiltere’de kapitalizmin gelişimini hane halkının oluşumu bağlamında ele alır ve bireyciliği de bu çerçevede inceler.
Neoliberalizm için ise Quinn Slobodian’ın Küreselciler- İmparatorluğun Sonu ve Neoliberalizmin Doğuşu kitabı hem çok iyi bir tarihçedir hem de neoliberal öncülerin kişisel hayatlarına ışık tutar.
Liberalizmin peygamberlerinden Karl Popper’ın Bu Yüzyılın Dersi ise tam bir ders niteliğindedir. Şu satırlar Popper’ın:
“Barış barış deyip duruyorlar. Ama dünya barışının silahlarla desteklenmesi gerektiğini şimdiye kadar öğrenmiş olmalıydık.
Her tarafın atom bombalarıyla dolu olduğu bir dünyada, silahsızlanmayı önermek tam anlamıyla nihilizmdir. Çok basit: Barışı elde etmek için silahtan başka yol yok.”
Finlandiya’nın efsane komutanı Mannerheim, Türkçede de yayınlanan anılarında Fin halkının Sovyet işgaline karşı nasıl savaştığını anlatırken bu ulusun savaşçılığını görmekle birlikte Mannerheim’ın İsmet Paşa’nın II. Dünya Savaşı tarafsızlık stratejisini örnek göstermesini okumak son derece önemlidir.
İsviçre’nin Hitler işgaline karşı hazırlıkları konusunda ise Philip Kerr’in polisiye romanı Zagrebli Kadın’da ilginç detaylar bulabilirsiniz.
Rusların sarhoşluğu benim iğnelemem değil. Çarlık’tan bugüne tüm yöneticilerin uğraştığı bir mesele bu. Deli Petro’nun bir “Sarhoşlar Meclisi” kurduğunu ve ülkeyi böyle yönettiğini, hatta bir de “Sarhoş Kadınlar Meclisi” olduğunu Simon Sebag Montefiero’nun Romanovlar kitabında okuyabilirsiniz. Stalin’in içkiciliği de meşhurdur, Kruşçev anılarında Stalin’in onlara nasıl zorla içki içirdiğini anlatır. Gorbaçov’un içki yasağı da kimilerine göre Sovyetler’in sonunu hazırlamıştır.
Ben yine de Rusların sarhoşluğunu anlayışla karşılamak gerektiğini düşünüyorum, 500 yıldır aralıksız tiranlıkla yönetilen ve insan hayatının hiçbir değerinin olmadığı bir ülkede insanlar ancak sarhoş olarak hayatta kalabilirler. İnsanın aklına ister istemez Adalet Ağaoğlu’nun o açılış cümlesi geliyor: İntihar etmeyeceksek içelim bari…