Tarikat savaşı
Türkiye Cumhuriyeti, öyle ya da böyle hâlâ laik bir devlet. 20 yıllık AKP iktidarına rağmen bu böyle. Tüm aşındırmalara rağmen, İslam dünyasının en laik demeyeceğim, tek laik devleti. Fakat bu özellik, bu laik devletin içinde bir tarikat savaşı yaşanmasına engel olmuyor. Daha önce de olmamıştı. Şimdi Nakşîlerin İsmailağa kolunun şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ölümünün ardından yeni bir savaşın başlangıcı tüm emareleriyle karşımızda. Ve yine laik devlet, bir tarikat savaşıyla yeni bir dönüşüme doğru sürüklenecek gibi…
Soner Yalçın başta olmak üzere basındaki istihbaratçı ekibin Nakşibendîlik merkezli yeni kavganın daha en başında sahaya inmesi elbette uyarıcı bir işaret. Bu tip istihbarî “gazeteciler” yazı yazmak için yazmaz. Fikir üretmek için köşeleri işgal etmez. Her attıkları adımda, ağızlarından çıkan her sözde, parmaklarının klavyeye her sinsi dokunuşunda mutlaka bir hesap vardır!
Sadece bir anda Nakşî sevgisi kabaran Cübbesiz Soner Efendi değil, Fatih Altaylı gibi daha kıdemliler de şimdiden işbaşında. Ve tabii ki İsmailağa Nakşîlerinin “popüler yüzü” Cübbeli Ahmet’in ta kendisi de. Ve 40 yıllık bilindik halinden çok farklı bir söylemle sahnede. Cübbeli, şimdi doğrudan Selefîlik tehlikesine dikkat çeken, Diyanet’i de bunlara karşı tedbir almamakla, hatta göz yummakla eleştiren “laik” görünümlü bir noktada.
Şimdi Türkiye’de sadece siyaset yapanların, konunun ilgililerinin değil herkesin durup ne oluyor, daha doğrusu ne olacak diye sorması gereken bir tablo var karşımızda. Bu gördüklerimiz tarikat savaşının görünen yüzü. Bir de bizim göremediğiz çok daha derin, girift ve tehlikeli bir yüz daha var. Aynı bir buzdağı gibi. Ve Türkiye, bu buzdağına doğru son sürat yaklaşıyor. Ne zaman çarpacağını bilmeden…
Nakşî-Nurcu kavgası ve sonuçları
Yaşanılan tartışma ve toplumun konuyla ilgisiz laik kesimlerinin bile etki ajanları eliyle meselenin içine çekilmesi son derece dikkate değer. “Ne olacak, kim ne yapacak da bunun alt yapısı hazırlanıyor?” diye sormadan edemiyorum. Ortada FETÖ ile AKP-Nakşîler arasındaki kavganın ilk zamanlarındaki gibi bir hava var. Ama bu defa saflar bir önceki tarikat savaşındaki kadar net değil. Kimin kime karşı cephe aldığı, hazırlık yaptığı, kılıcını bilediği çok anlaşılamıyor. Sanki herkesin herkese karşı savaşmaya hazırlandığı, 80 öncesinin sol fraksiyonlarının hem sağla hem de kendi aralarında cepheleştiği döneme benzer bir ortam var tarikat çevrelerinde. Bu özellikle de Nakşî kollar arasında böyle.
Türkiye’de etkin olan Halidî Nakşîlerin dahi onlarca kolu olduğunu, hepsinin kendi şeyhini esas pir, kendi yolunu esas din tariki saydığını gözden kaçırmamak gerek. Hal böyle olunca, kimsenin kendi tarikatı dışında kimsenin gözünün yaşına bakmayacağı gerçeği daha rahat anlaşılabilir.
FETÖ ile AKP-Nakşîler kavgasının ilk işaretlerinden biri Wikileaks’in Taraf gazetesine verdiği bir Hillary Clinton sızıntısıyla olmuştu. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Temmuz 2009 gibi erken bir tarihte, Türkiye ile ilgili olarak kendi görevlilerine çok temel bir soru sormuştu: “Türkiye’de Nakşîlerle Nurcular arasındaki kavga ne durumda?”
Yaklaşan bir çatışma vardı. ABD’liler de her zamanki gibi bunun kokusunu epey önceden almıştı. Saflarını ona göre belirlemişlerdi. ABD, bu kavgada Nurcuların yanında duracaktı. Fakat bu, aslında Avrasyacı Blok’un Nakşîlerin de desteğini alarak Nurcuları tasfiye etmesine engel olamayacaktı.
Mesele sadece bununla kalsa bizi çok da ilgilendirmeyebilirdi. Ne olacak, bir tarikat bir emperyaliste dayanarak, başka bir emperyalistin desteğini alan rakibini tasfiye etti, bize ne diyebilirdik. Fakat elbette olanların bununla sınırlı kalmadığı herkesin malumu… Özellikle bu savaşın doruk noktası olan 15 Temmuz 2016’dan bugüne Türkiye’nin nereden nereye getirildiğine dönüp bir bakalım. Bu savaş olmasaydı, Türkiye bugünkü Türkiye olmazdı. AKP iktidarı hâlihazırdaki her istediğini yapan, otokratik düzenini kuramazdı.
İsmailağa’nın özgül ağırlığı
Şimdi yaklaşan savaşın Nakşîlerin İsmailağa Cemaati üzerinden şekilleniyor olması haliyle çoğumuza garip gelecek. Ne de olsa İsmailağa, şalvarıyla, sarığıyla, çarşafıyla vs. Nakşîler arasında dahi uç noktada görülen bir cemaat. Öyle sayıca da çok kalabalık değiller. Devlet içindeki örgütlenmelerinin de, elimizde çok net veriler olmasa da, mesela bir Menzil kadar olmadığını biliyoruz. Ama bu özellikler bizi yanıltmamalı. Nispî zayıf görünümünün aksine, İsmailağa gerçekte Nakşî cemaatleri içinde en büyük özgül ağırlığa sahip grup.
1800’lerden itibaren, özellikle de Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşîlerin, devlet-Nakşî işbirliği ile tasfiyesinden beri Türkiye’de neredeyse her düğüm Fatih Çarşamba’da bağlanır, burada çözülür. Her siyasetçi, sadece sağcılar da değil, burayla ilişki kurar. İsteyen Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenazesinden gelen fotoğraf karelerine bir daha bakabilir.
Hatta İsmailağa’nın etkisi yurt içiyle de sınırlı değildir. Yurt dışından da oraya gelen giden, iyi geçinmeye çalışanlar olur. Açıkçası yeni tarikat savaşının bu merkez etrafında gelişmesi geleceği daha da ürkütücü kılıyor.
Nakşîlerin Rusçu damarı
Geçen defa Nakşî-Nurcu kavgası ekseninde birbirine giren Amerikancılar ve Rusçular acaba bu defa Nakşîlik üzerinden mi savaşa girecek? Nakşîliğin içindeki Avrasyacı-Rusçu damar göz önüne alındığında bunun hiç de yabana atılacak bir ihtimal olmadığı görülüyor.
Bu Rusçu damar hiç de öyle zayıf bir damar da değil. Bunu doğru değerlendirmek için iki önemli olaya mercek tutmalıyız.
Bunlardan birincisi; Rus faşist ideolog ve Putin’in akıl hocası Aleksandr Dugin’in, Doğu Perinçek’in oğlu Mehmet Perinçek ve Melih Gökçek’e yakın bir isim olarak tanınan Dr. Hasan Cengiz ile önemli Nakşî şeyhlerinden Abdülhakim Arvasî’nin Ankara Bağlum’daki kabrini ziyareti. Bu isimlerin bir araya gelişi zaten yeterince garip bir tablo oluşturuyor. Fakat ziyaretin tarihi daha da garip: 15 Temmuz 2016, öğleden sonra! Saatler sonra yaşanacak darbe girişimi ile ilgili olarak Rus istihbaratı adına Türkiye’yi uyardığı söylenen Dugin, aynı esnada yememiş içmemiş bir Nakşî şeyhinin kabrini ziyaret etmiştir…
Arvasî, hem Necip Fazıl’ın, hem de İhlas Grubu (Türkiye gazetesi, TGRT vs.) olarak da bilinen Işıkçıların ilk lideri Hüseyin Hilmi Işık’ın şeyhi. Onun hakkında şimdilik bu kadarını söylemek yeterli.
Bu ziyaretin nedeni daha sonra Dugin’e sorulduğunda özetle şunları söylemişti: Rusya’nın İslam dünyasındaki müttefiki olan İran, Şii olduğu için Sünni alanda etkili olamazdı. Sünni İslam alanında, Selefi-Vahhabi etkisine karşı Türkiye’nin Rus yanlısı bir liderliği Rusya’nın çıkarınadır. Ve şunları da ekler Dugin:
“Bu sebeplerle Rusya, Türkiye’nin İslam halifeliği fikrini tam olarak desteklemektedir. Benim Ankara
ziyaretlerim sırasında büyük İslam âlimi Abdülhakim Arvasi’nin mezarını ziyaret etmem ve kendi
inanışıma göre dua etmem de bu mesajı içermektedir.”
Dugin, Rusya’nın Nakşî kartını çektiğini herhalde daha açık ifade edemezdi…
Bu mezar ziyaretinin ve bu açıklamaların ardından Türkiye altı yılda neler yaşadı? Bir düşünün. Siyasette tesadüf olmaz. Bu ise gördüğümüz gibi Dugin’in de tesadüf olduğunu iddia etmediği bir Rus Nakşî açılımı ilanıydı.
Dikkate almamız gereken ikinci olaysa yine Putin’in en yakın adamlarından olan Çeçenistan Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov’un İsmailağa şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nu Kasım 2018’de İstanbul’da ziyaret etmesi. İlk görüşme aslında 2014’te planlanmış ama iktidar tarafından engellenmiş. 2014’ten 2018’e gelene kadar AKP açısından da Rusçuluk alanında çok şey değiştiğinin bir kanıtı da bu olmalı.
Ramazan Kadirov, Kafkaslar’da etkin iki tarikattan biri olan Kadirî tarikatından. Diğeri de tahmin edilebileceği gibi Nakşîlik. Çeçenler arasında, Çeçenistan Savaşı’dan beri Selefîlik ve Vahhabîlik de etkin. Bu akımlara mensup Çeçenlerse Kadirov’a da Rusya’ya da karşı. Şiî İran, Kadirî ve Nakşî Çeçenlerle, onlarsa İsmailağa Nakşîleriyle Selefîliğe karşı nasıl birleşir? Türkiye’deki bir önemli Kadirî kolu olan (şimdi oğlu Hüseyin Baş’ın liderliğindeki) Haydar Baş Grubu ise ağır Nakşî karşıtı ve örtülü Şia eğilimli olmasına rağmen yine bunlarla koyu Avrasyacı, Rusçu çizgide nasıl buluşur? Elbette kimse kendiliğinden buluşmaz, buluşturulur.
Açık olan az çok şudur: Nakşîlerin, en azından bazı kesimlerinin (ve başka bazı tarikatların da) Avrasyacılarla ve Rus istihbaratıyla ciddi bağları kurulmuştur. Ve bu ilişki günden güne daha da derinleşiyor. Kim kimi tasfiye edecek? Amerikancı Nakşîler mi hedefe alınacak? Yoksa birileri Rusçu Nakşîleri mi ortadan kaldıracak? Şimdilik elimizde sadece bolca soru var…
Görüldüğü gibi tablo sanılandan çok daha karmaşık, karanlık ve korkutucu!
Cübbeli Ahmet neden Selefîlere savaş açtı?
Tüm bu giriftliğe rağmen Türkiye’de öne çıkan Selefîlik karşıtı söylem bu çerçevede anlam kazanıyor.
Soner Yalçın, Cübbeli’yi “Selefîlik tehlikesine” dikkat çekiyor diye över. Cübbeli, Altaylı’nın programında uzun uzun Selefî tehlikesini anlatır ve buna karşı çay ocağı, kitapevi kapatmak gibi “28 Şubatçı” önlemler bile önerir!
Fakat Türkiye’de Selefîliğin tutacağı bir ortam gerçekten var mıdır? İslamcı camia, daha birkaç ay önce Selefîlik gibi ağır bir Şeriatçılığı değil, Türkiye’de deizmin yükselişini tartışmıyor muydu yoksa?
Türkiye’nin değilse de Rusya’nın bir Selefîlik gündemi olduğu ise açık. Rusya açısından, hem Suriye’de, özellikle İdlip’te, hem de Çeçenler arasında böyle bir mesele var.
Yani burada da tesadüf yok. Cübbeli Ahmet ile Cübbesiz Soner Hocaefendiler boşuna mı konuşacaktı yani?
Tarikat savaşı, devlet savaşı demektir. Tehlikeye dikkat!
Peki, tüm bu tarikat savaşı tablosundan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız?
Bu karmaşık ilişkiler ve çatışmalar âleminin özünde tek bir gerçek var. Tarikat savaşı aslında devlet savaşı demek. Tarikatların savaşı, iktidar için verilen istihbarat savaşından ayrı bir olgu değil. Bunun farklı bir düzlemde ve değişik bir kılıktaki tezahürü.
Türkiye’de 1800’lerden itibaren ne zaman bir tarikat savaşı başladıysa sonu hep kötü bitti. 1826’da II. Mahmut ve Nakşîler, Yeniçerileri ve Bektaşîleri tasfiye etti. Ama ortada bir ordu kalmayınca devletin çöküşünü de tetiklediler. İşin garip tarafı Nakşîlerin yükseldiği bu dönemde yaşananların yarattığı ortamda hem İngilizler hem de Rusya güç kazanmıştı!
Sonrası zaten felaketler silsilesidir.
Şimdiki tarikat kavgasının nereye gideceği henüz belirsiz… Fakat iki şeyin garantisi var: Savaş öyle ya da böyle başladı ve kesinlikle Türkiye’de kötü bir şeyler olacak.
Tüm bu tartışmaların ve beklenen savaşın, Türkiye’de Rusçu bir siyasî iklimin hâkimiyetinde ve herkesin kaderini belirleyecek bir seçime doğru gidilirken olması da tehlikeyi daha da büyütüyor.
Herkes yaklaşan büyük tehlikeyi göz önünde bulundurmalı.
Dikkat!