Mehmet Ali Çelebi’nin Millet İttifakı ile ilgili yaptığı açıklamalarla AKP’ye el sallaması ve bu yakınlaşmayı da “milli gerekçelerle” açıklaması sadece Çelebi’yle sınırlı bir tavır değil. Ergenekon ve Balyoz davalarından yargılanmış, mahkûm olmuş ve hapiste yatmış birçok sanıkta benzer tutum görüyoruz.
Sıradan vatandaş için yapılan “Stockholm sendromu” tespiti bu davalarda bedel ödemiş emekli askerlerde de fazlasıyla görünüyor.
Çelebi özelinde bakıldığında AKP’ye yakınlaşmanın bilmediğimiz “duygusal” sebepleri olabilir mi? Örneğin Çelebi’nin dokunulmazlığa ihtiyaç duyacağı bir sürecin yeniden yaşanma ihtimali ya da Çelebi’nin kendisiyle ilgili başka endişeler ya da korkular bu yakınlaşmanın sebebi olabilir mi? Ya da milletvekilliğini bir meslek olarak görüp başka bir şey yapamayacağını mı düşünüyor?
Muhtemelen Çelebi bu olasılıkları duyduğunda tıpkı seçim dönemlerinde yaptığı gibi esip gürleyecek tozu dumana katacaktır. Ancak Çelebi’nin kişisel özgeçmişi düşünüldüğünde bu büyük dönüşümün gerçekten “somut” sebeplerinin olması gerek. Çelebi her şeyden önce milletvekili olmasını Kılıçdaroğlu’na borçlu olan bir isim ve aralarında Kılıçdaroğlu’nun onun nikâh şahidi olmasına varacak kadar yakın bir ilişkileri var.
İdeolojik olarak yollar ayrılsa bile kişinin bu geçmişi unutacak kadar vicdani yönünü karartması başlı başına tuhaf bir durum. Şunu da söylemek gerek; kişi tweetlerini silip geçmişini inkâr etmeye çalışabilir, politika için başka mecralar da arayabilir ama geçmiş geçmiştir ve insanın peşini bırakmaz. Çok kısa bir süre sonra büyük “dönüşüm” Çelebi’nin geçmişi olacak ve insanlar onu bununla hatırlayacak.
Ancak başta söylediğimiz gibi bu “dönüşüm”ün yükünü Çelebi’nin sırtına yüklemek de haksızlık olur. Çelebi’yle sınırlı olmayan çok büyük bir “Ergenekon-Balyoz mağdur kitlesi” bugün canhıraş biçimde Türkiye’nin bir beka sorunu olduğunu ve böylesi bir dönemde milli politikalarda “hükümetin değil ama devletin yanında olmak gerektiğini” söylüyorlar. Bunlar elbette bugün Türkiye’de bahsettikleri manada bir devletin kalmadığını, söz konusu olanın bir “parti devlet” olduğunu çok iyi biliyorlar ama bunu söylemekten de utanıyorlar.
Bunda da şükür! Utanmak sonuçta insani bir duygudur. Herkesten Perinçek kadar pişkin olmasını, onun gibi “öncü ve cesur” davranıp açık açık AKP güzellemesi yapmasını elbette bekleyemeyiz.
Ancak Çelebi’nin kaderi, örneğin “mavi vatan” diye bir kavram uydurup, bu hayali AKP’nin sahiplenmesini isteyen tüm zavallıların ortak kaderidir.
Vatan toprağını koruyamayan, terör örgütüyle pazarlık yapan bir zihniyeti alkışlayabilen, Türk Ordusunun toplumsal statüsünü yok ederek farklı bir siyasi rejim kuran bir iktidardan “mavi vatanı” korumasını beklemek siyasi bir hata değil, insanın doğasında var olan “bir yere tutunma ihtiyacının” yanlış bir yerde karşılanmasıdır.
Maalesef Ergenekon ve Balyoz mağduru paşaların önemli bir kısmı doğrunun yanında yer almayı değil, güçlünün yanında yer almayı ve “celladına âşık olmayı” tercih etti. Hepsi bütün günahları Fethullah’a yükledi, Erdoğan masum kalmış oldu. Evet, paşalar Ergenekon’dan çıktılar ama gerçek özgürlüğe değil Saray’ın bahçesine çıktılar ve asıl şimdi esir duruma düştüler.
Mehmet Ali Çelebi’nin diğer isimlerin yanında farklı bir özelliği vardı. Çelebi gençti ve çalışkandı. Askeri Liseyi birincilikle bitirmiş başarılı bir öğrenciydi. Binlerce teğmen olmasına rağmen “teğmen” denildiğinde akla o geliyor; Teğmen, Mustafa Kemal’in askeri olmayı ve karanlıktan çıkmayı temsil ediyordu.
Her Türk gencinin olmak istediği kişiyi ve her Türk ailesinin barındırmak istediği profili temsil ediyordu “Teğmen”. Harbiyedeyken de, mahkemede savunma verirken de hapiste yatarken de.
Mehmet Ali Çelebi’nin yok ettiği sadece kendi siyasi geçmişi değil. Çelebi, “teğmen”i silerek, Türk Milletinin hayalini yok etmiş oldu. Belki böylesi daha hayırlıdır. Karşımızdaki şeyin bir enkaz olduğunu anlayarak yeniden inşa etmek ve yeni hayaller yaratmak Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e dönmek için bir tercih değil, bir zorunluluk.