89 yaşındaydı ve Türkiye’nin yaşayan en eski gazetecisiydi.
15 yıla yakın zamandır tanışıyorduk ama özellikle 2014 sonrasında çok yakınlaşmıştık. Aramızdaki 40 yaş farka rağmen gerçekten de arkadaş gibiydik.
Sonra ben hapse girince 4 yıllık mecburi bir ayrılık girdi aramıza.
Elbette hapisteyken de yazıştık, haberleştik. Hemen her hafta annemi arar, o haftaki görüş öncesi mutlaka selamlarını, sevgilerini iletirdi.
Bu arada bir felç geçirmiş ama atlatmıştı.
Maya dergisi ise mecburi bir ara vermişti. “Gökçe çıksın Maya’yı yeniden yayınlamaya ancak o zaman başlayacağım,” diyor ve çıkmamı bekliyordu.
Hapisten çıktım ama pandemi yasakları nedeniyle ancak 3 ay sonra evine gidebildim. Maya’yı hazırlamıştı ama bana “artık başına sen geç” diyordu.
Maya’da yazıyordum, çıkartmak için çalışıyordum ama sonuçta Maya’nın kurucusu da, başı da, tadı da tuzu da Ünal Yaltırık’tı.
Maya, oydu yani.
Şöyle dedim kendisine:
“Ünal Bey. Türkiye’nin yaşayan en eski gazetecisisiniz. Ve bu dergiyi hâlâ tek başınıza hazırlıyorsunuz. Maya’nın yayın yönetmeni sizsiniz ve siz kalmalısınız. Ve ölene kadar böyle olmalı. Bu tür şeyleri konuşmak zordur ama yaşınız 90’a geliyor. Benim vazifem Maya’yı çıkartmaktır ve sizi de Maya’nın başında Türkiye’nin en eski gazetecisi olarak toprağa vermeliyiz. Bu sizin vazifenizdir.”
“Tamam,” dedi.
Aslında mutlu bile olmuştu.
…
Evet ölüm zordu ama kaçınılmazdı.
O, yaklaştığını biliyordu.
Bense aslında gerçekten de ölümün yaklaştığını düşünmüyordum.
Sanki Ünal Bey hep yaşayacaktı ve hep benimle olacaktı.
…
Aramızda 40 yaş vardı.
Yani tam anlamıyla kuşak değil kuşaklar farkı.
Üstelik o neredeyse doğuştan sağcıydı bense solcu.
Böyle olunca hem bir kuşak çatışması hem de siyasi kutup çatışması yaşamamız gerekirdi belki ama tam tersi oldu.
Kuşakları ve kutupları buluşturmayı başarmıştık biz.
Hangimiz gençtik ki aslında?
Bana ya “üstad” derdi ya da “patron”.
Bense ona cezaevinden karikatürler yollardım. Çok severdi karikatürü. Hayata mizahla bakabilen bir gençti aslında.
…
Evinde yaptığımız görüşmeden sonra Maya’yı çıkartmaya yeniden başladık.
Çocuklar gibi mutluydu.
Sonra ben yine onunla konuştum:
“Ünal Bey, sizin anılarınızı yazmanız lazım. Bunun için belki gücünüz yetmez ama bunu röportajlarla yapabiliriz. Hatta yüz yüze gelmemize gerek olmaz, internet üzerinden yapılabilir. Ama sizin anılarınıza Türkiye’nin ihtiyacı var.”
Aklına yattı, ilk görüşmede birlikteydik, sonrasında görüşmeleri Ozan devam ettirdi.
Bu röportajlarla birlikte iyice gençleşmişti.
Çok coşkuluydu, kitabın biran önce çıkmasını bekliyordu.
…
Kasım ayında sağlık sorunları başladı.
Sesi iyi gelmiyordu.
“Kitap ne zaman çıkacak, görmeden öleceğim galiba,” diyordu.
Bense “Bu adamların gittiğini görmeden ölemezsiniz,” diyordum.
Sonra bunların nasıl gideceği üzerine neşeyle konuşuyorduk.
…
Ozan kitabı bitirdi, kitabın adını ben önerdim, beğenmişti.
Kitabın taslağını bitirip gönderdiğimizde sesi çok iyi geliyordu.
Kapağı da çok beğenmişti.
Sonra birden hastalandı.
Son görüşmelerimiz artık hastaneden olacaktı.
Bense onun ölebileceğini hâlâ düşünmüyordum.
…
Daha öncesinde ben de kovid geçirmiştim.
Bir ay evde yatmış ama iyileşmiştim.
Onun da iyileşebileceğini sanıyordum.
Hastalık dönemimde iki günde bir arardı evi.
Filiz’le konuşurdu.
Her gün aramazdı çünkü rahatsız etmek istemezdi.
İyileştikten sonra sesimi duyduğunda nasıl da mutlu olmuştu.
Aynısı olacaktı sanki.
Bu defa ben onun sesini duyacaktım.
Olmadı.
…
Konuştuğumuz gibi oldu.
Ölüm kaderdi.
Türkiye’nin en eski gazetecisi olarak, kalemi elinde, dergisinin başında öldü.
Maya’nın son sayısını hazır bırakmıştı, şimdi biz kapağı değiştirip basacağız o sayıyı.
Ve Maya ilk defa onsuz çıkacak.
…
Ölümünden sonra arkadaşlar ardından yazılar yazdı, bense yazamadım.
Çok erkendi.
…
Ozan’la görüşmesinde kitapta şöyle diyordu:
“Rahmetli oğlumun çok yardımı oluyordu bana. Düşünüyorum bunu ancak Türk Solu yapar diye. Ve bilmiyorum şimdiden yazmak doğru değil. Evvela size söyleyeyim. Bütün her şeyimi Gökçe Bey’e bıraktım.”
Küçük oğlu Mert Ata’yı çok genç yaşında kaybetmişti bir trafik kazasında.
1995 yılında, 62 yaşındayken 27 yaşındaki evladını toprağa vermişti.
Ben 24 Eylül’lerde onu arardım.
Mert Ata’nın ölüm günüydü o gün.
Ve bu defa onu Mert Ata’nın yanı başına gömüyorduk.
Oğluna kavuşuyordu nihayet.
…
Ünal Bey’le hiç konuşmadım bunu.
Acaba eşi Gökçe Hanım ve diğer oğlu Murat Bey de böyle düşünmüş müdür: Sanki ben de Ünal Bey’in evladıydım, Mert Ata’nın yerini almıştım..
Bana gelince.
Ben babamı hiç tanımadım desem yine de çok doğru olmaz.
Benim hiç babam olmadı ki.
Ve şimdi anlıyorum ki Ünal Bey de benim için aslında sanki bir babaydı.
…
Serap, “O benim arkadaşımdı” diye yazmıştı ardından.
İçim cız etti o an.
Benim de elbet arkadaşımdı ama sadece o kadar değildi.
O benim babamdı…