Pandeminin başından itibaren, müthiş akademik çıkışlarıyla hayatımızı renklendiren Oytun Erbaş’ın son sözleri yine gündem yarattı. “Bu iktidar olmasaydı, Söke’li bir pazarcının oğlu olan ben, akademisyen olamazdım” dedi. Söylediğinin doğru olmadığı ilk dakikalarda ortaya çıktı. Babası Ödemiş’li bir bankacıymış! “Pazarcı olan dedemdi” dedi, o da veteriner çıktı.
Aslında söylediklerinde tek bir doğru vardı. O da bu iktidar olmasa akademisyen olamayacağı gerçeği!
Türkiye’nin pek çok yerinde üniversite açıldı, bu üniversiteleri doldurmak için de pek çok kadro oluşturuldu. Bunların önemli bir kısmı, AKP teşkilatlarından gelen referans mektuplarıyla, onun bunun oğlu kızı kadrosuyla yaratılan suni kadrolar. Artık akademisyen olmak işten değil, tabi ki yandaşsanız. Akademide bir şey yapmanıza da gerek yok. Birileri sizin yerinize tezlerinizi yazar, birileri, başka birilerinin ricasıyla o tezleri onaylar. Eskiden bankamatik memurları vardı, şimdi bankamatik akademisyenleri revaçta.
Akademisyen olamadınız mı? O zaman da girin bir AKP’li belediyeye, gelsin burslar! Yurtdışında doktorayı yapıp gelirsiniz sonra da bir yerlere milletvekili, bakan olursunuz. Tabi sıradan AKP’liler heveslenmesin, kim bilir bunun için ne bedeller ödeniyor(!)
Oytun’a dönersek; sözlerinden sonra çokça tartışıldı konu. Bu ülkede yoksulların, orta hallilerin ya da kendisi eğitimli olmayan ailelerinin çocuklarının eğitilmesini sağlayan tek şeyin Cumhuriyet ve Atatürk olduğunu biliyoruz. Kaldı ki Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili bir yazımda bunu ben de anlatmaya çalışmıştım. Bu ülkede eğitim hakkı varsa Cumhuriyet sayesinde var. Bu, bir iktidarın ya da bir üniversitenin sağladığı bir ayrıcalık değil. Sınıfsız kaynaşmış kitle Cumhuriyet’in ülküsüydü zaten.
Bugün Türkiye’de bir nebze de olsa bilimsel çalışma yapılabiliyor, halk çocukları üniversite eğitimi alabiliyor, okuyabiliyor, akademik çalışma yapıyorsa, bir yerlere geliyorsa bu Cumhuriyet sayesindedir. Bunu tartışmanın, tartıştırmanın, AKP iktidarına her fırsatta “başarı” payesi uydurmanın bir anlamı yok.
Oytun’un tezleri nereden tutsanız elinizde kalır.
Bu tartışmaya, farklı açıdan yaklaşanlar da oldu: “Eğitimli olmak ne kadar da aşağılandı. Ailesi iyi durumda olan eğitimli insanların başarıları ne kadar küçümsendi, okumuş aileden gelmek ayıp sayılır oldu” şeklinde paylaşımlar yaptılar.
Bence iki şey karıştırılıyor. Eğitimli olmak ve varlıklı olmak. Eğitimli bir aileye sahipseniz küçük yaşlardan itibaren sağlam bir altyapınızın oluşma ihtimali yüksektir. Kitaba ulaşmanız kolaydır, aile ortamındaki sohbetlerinizin düzeyi yüksektir, daha entelektüel olursunuz vs. Varlıklı iseniz, özel okula, dershaneye gitme imkânınız olur, özel derslerle ve kurslarla kendinizi geliştirirsiniz, her koşulda bir adım öne geçersiniz. Eğer ikisi birden varsa ve siz istekliyseniz önünüzü zor kapatırlar. İkisinden biri yoksa diğerlerine göre daha fazla çaba harcamak durumunda kalırsınız, daha fazla çalışır, daha fazla enerji harcarsınız. Bu gerçekten böyledir. Bazı açıkları da kapatmanız oldukça güçtür. İnsanların kendi özel hayatlarına dair başarı öykülerini gündeme getirmeleri, “ailem şöyleydi böyleydi, imkânlarım kısıtlıydı ama ben şunu başardım” türü hikâyelerini dillendirmeleri de normaldir. Buna kızmamak lazım. Bu eğitimli ve paralı insanların çocuklarını küçümsemek, onların başarılarını hiçe saymak anlamına gelmez, buna alınmaya gerek yok.
AKP döneminde olan şu: Eğitimli de olsanız paralı da olsanız değişen bir şey olmuyor. Yandaş değilseniz bir yere gelemiyorsunuz artık. Gelseniz de yükselmenize pek imkân yok, önünüze türlü türlü engeller çıkıyor. Hiç engel çıkmasa bile, o mevkileri haketmeyen torpilli ve ayrıcalıklı birileri önünüze geçerek sizin “engel”iniz oluyor.
Epey uzattım ama aslında benim değinmek istediğim Oytun, Ravza ve diğerleri değil.
AKP iktidarda olmasa akademik anlamda çok mu ileride olacaktık, çok mu özgün fikirler üretecek, çok mu büyük açılımlar yapacaktık dersek şüpheliyim. Bir ay kadar önce Gökçe Fırat bir yazı yazdı: “Piyasalar ölür, fikirler ölmez”
Bence önemli bir eleştiri getirdi akademi dünyasına:
“Bilim kurumu olarak akademi nitelik yuvasıdır, işletme değildir, şirket hiç değildir. Akademinin öğrencileri iş bulma kursiyeri değildir, akademisyenler iş dünyasının temsilcisi değildir, hele ki akademi yöneticileri CEO değildir. Eğer böyle olursa –ki tam da böyle olmuştur– akademi akademi olmaktan çıkar.
…
Piyasa için değil de ülkemiz için, insanlık için, kendimiz için yazmaya, araştırmaya, yayınlamaya başlarsak, fikirlerin piyasalardan güçlü ve kalıcı olduğuna inanırsak, ülkemizin kültür devrimini yeniden başlatmış oluruz. Aslında Atatürk’ün de yaptığı en önemli şey belki de bu kültür devrimi değil miydi? 60’lı yıllarda sadece siyasal mücadele yükselmedi ki aynı zamanda sosyal bilimlerimiz gelişti, bilimcilerimiz yükseldi. Eylem ile bilim nasıl birleşir sanıyoruz ki?”
Bizde üniversitenin de akademisyenin de niteliği değişti. Aslında niteliksizleşti ve AKP iktidarını yaratan da bir anlamda bu oldu. Özgün, yaratıcı ve devrimci fikirler geliştirilmesinin önüne set çekildi. 60’larda 70’lerde üniversiteler ayaktaydı, üniversiteler karşı duruyordu, sadece öğrenciler değil öğretim üyeleri de ses çıkarıyordu çünkü o nitelik de vardı, o cesaret de…
Şimdi hem iktidardan hem de piyasadan korkuyor öğretim üyeleri. Hem de kurulmuş sağlam oligarşiden… Akademiye sadece kendiniz gibi düşünen öğrencileri alırsanız bir süre sonra sizin yaptığınızı tekrar eden sıkıcı yerler haline getirirsiniz o kurumları ki öyle oldu.
Üniversitelerde yüksek lisans derslerinde metodoloji dersi verilir. Araştırmanın teknikleri öğretilir. Dipnot, kaynakça çeşitliliği falan çok önemlidir. Bunun formatı da çok önemlidir. O formatta yapmazsanız değil teziniz, ödeviniz bile kabul edilmez, hatta okunmaz. Kimse bunların içeriği ile ilgilenmez. Bol kaynak, bol dipnot tamam! İşte size yaratıcı fikirler! Doçent mi olmak istiyorsun, makale yaz, bilmem kaç “hakem”li dergi yayınlasın tamam. Yayınlatmak için de torpil, tanıdık, feodal ilişkiler gereklidir. Yayınlatacak yer bulursanız aldınız “terfi”yi. Aslında her şey niceliğe indirgenmiş durumda. Böyle olunca nitelik de yaratıcılık da ölüyor. ABD’deki, Avrupa’daki akademisyenlerin Türkiye ile ilgili tezlerini çevirip çevirip önümüze sürüyorlar sonra. Cumhuriyet tarihi, Atatürk eleştirisi falan yapınca da tadından yenmiyor! Bunları iktidar da seviyor, liberaller de. Aynı anda herkes memnun oluyor. Sonrası Ahmet Kaya’nın şarkısında olduğu gibi “akademide bir koltuk…”
Bunları tartışmadan ve değiştirmeden çok yol katedeceğimizi sanmıyorum. AKP iktidardan düştükten sonra daha da çok tartışılması gerekecek.
Ivan Illıch’in Okulsuz Toplum kitabında vardı. “Belge almaktan değil, öğrenme eyleminin hayata geçirilmesinden” bahsediyordu. Bunu çocukların eğitimi için söylüyordu ama biz akademisyenlere uyarlayabiliriz.
Belge vermeyi değil de öğretme eylemini gerçekleştirebiliyor musunuz?
Ya da belge almak için değil de gerçekten kendinizi, bilimi, akademik üretkenliği geliştirmek için çalışıyor musunuz?
Gençleri yetiştirmek için uğraşıyor musunuz?
Alınan diploma ya da kazanılan paradan daha ziyade, öğreneceklerinin ve üreteceklerinin önemli olduğunu anlatabiliyor musunuz?
“Topraktan öğrenip, kitapsız bilen” bir Türk köylüsü vardı. Şimdi toprak da yok kitap da!
Ne üretim var, ne bilim…
Çiftçi ekmiyor, akademisyen üretmiyor. Sanki her şey birbirine bağlı gibi. Köylü gerçekten üretmesi gerekeni üretmediği için şehirde “bilmişlik” taslıyor. Şehirler kocaman bir köy oldu, akademiler kitapsız bilenlerle doldu…
İsimlerinin önündeki unvanlarıyla kanal kanal geziyorlar… Sadece konuşuyorlar…
Oytun’dan nerelere geldik…
Oytun olayıyla ilgili son sözüm de kadın hakları savunucularına: Oytun’un babası, baba tarafından dedesi, anne tarafından dedesi, yeddi ceddi, sülalesindeki tüm erkek büyükleri araştırıldı da kimse “Ya, pazarcı olan bu çocuğun annesiydi belki” demedi. Söyleyen Oytun olunca muhtemelen o da değildi ama bu kadar da yok sayılmak insanın canını acıtıyor.
Çocukların bir de annesi oluyor!