Mevlüt Çavuşoğlu 9 Şubat 2017’de Madrid’de Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda sorular yönelten İspanyol gazetecilere şu cevabı vermişti:
“Gazeteci olarak kendilerini gösteren kişiler, terörizmi ya da terör örgütlerini destekledi. Çok sayıda insan tutuklandı çünkü bunların hepsi aktif bir şekilde darbe girişimini destekledi ve üçüncü kişiler medyayı kullanarak propaganda yaptı. Eleştiri yapan gazeteciler ile darbeye karışanları birbirinden ayırmak gerekir.”
Bu, AKP’nin hapse attığı gazeteciler için öne sürdüğü söylemin standart bir örneği. AKP rejimi yıllardır gazetecileri, aydınları, akademisyenleri içeri atıp topyekün hepsine “terörist” damgası yapıştırıyor. Sonra da AKP’li figürler pişmiş kelle gibi sırıtıp “Biz gazetecileri hapse atmıyoruz. O dedikleriniz terörist” diyorlar.
Sedef Kabaş konusunun AKP MYK toplantısında ele alınışının ayrıntıları basına yansıdı. Erdoğan, 81 ilde yapılan suç duyurusunu hatırlatarak partisine konunun “takipçisi olmaları” ve “üzerine gitmeleri” talimatı vermiş. Ayrıca o âna kadar atılmış olan 380 bin tweet ve o tweet’lere 20 milyondan fazla erişim sağlandığından ötürü memnuniyetini dile getirmiş.
Öncelikle bir yerde AKP ve 81 il ibaresini yan yana görüyorsanız, güvenlikli bir mevzi bulun derim. Adlî sistemi dilekçeye boğarak yargıyı harekete geçirmek çok tipik bir AKP uygulaması. Bunu 81 ildeki uyduruk tabela STK’lar vasıtasıyla yapıyorlar.
Aslında bu geçmişte Adnan Oktar’cıların ve Fethullahçıların sıkça başvurduğu bir yöntemdi. “Bitmezse toprak utansın” diyerek haksız davaları için birden fazla yerde dilekçe veriyor, bir şekilde hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Bazen aynı kişiye, aynı anda birden fazla dava bile açılıyordu. AKP bu “yargıyı etkileme” yöntemini 81 ile yayarak mükemmelleştirdi ve bir meşrulaştırma silahına çevirdi. AKP’nin bu silahı en son 104 amirale sıktığını hatırlıyoruz.
Sedef Kabaş’ın gecenin 2’sinde evinden alınıp tutuklanması Erdoğan’ı kesmemiş olacak ki, takip edilmesini ve üzerine gidilmesini istemiş. Yani önümüzdeki günlerde Sedef Kabaş meselesi bir biçimde gündemde tutulacak. Geçmiş yazıları, geçmiş konuşmaları, seyahatleri, ailesi, her şeyi didik didik edilecek, sözler cımbızlanacak, abuk subuk komplo teorileri üretilecek. İtibar takıntılı rejim, Sedef Kabaş’ın itibarını ve karakterini bir “avam tribün” önünde idam etmeye çalışacak. Belki de günün sonunda Sedef Kabaş “terörist” olacak ve hapishanelerde hiç gazeteci olmamış olacak.
Son olarak 380 bin tweet ve 20 milyon erişim ayrıntısı önemli. Anlıyoruz ki, rejimin titizlikle takip ettiği, saldırmak için uygun fırsat kolladığı Sedef Kabaş bir kitle iletişim konusu. Bu rakamları toparlayıp Erdoğan’ın önüne sunmakla memur olan kişi aylardır Sedef Kabaş’a özel mesai harcayan Fahrettin Altun’dan başkası değil.
Bakanıyla, milletvekiliyle, parti kadrolarıyla, belediye başkanlarıyla tüm bir AKP gövdesinin bu kadar süratli mobilize olup linç korosu oluşturmasının ardındaki mekanizma bu MYK talimatlarında görülüyor.
Tayyip Erdoğan bir bakıma “Emri ben verdim” diyor. Bunu reddetme çabası şöyle dursun, şu ifadeyle memnuniyetini dile getirmekten de çekinmemiş: “Gündem belirleme konusunda güzel bir ivme yakaladık. Bunu devam ettirelim.” Evet, devam ettirecekler.
Bu cümleden ilginç bir sonuç da çıkıyor. Sedef Kabaş olayı muhalefet içinde bir tartışmaya sebep olmuştu. Bir kesim bunu gündem değiştirme çabası olarak okudu. Erkan Karaarslan’ın pazar günkü yazısının başlığı buna verilmiş haklı bir cevap niteliğindeydi: “Sedef Kabaş’ın Tutuklanması, ‘Gündemin Değişmesi’ Değildir, Gündemin Kendisidir!”
Erdoğan’ın konuşmasından yansıyan satırbaşları, birbirine karşıt gibi görünen bu iki tezin aynı anda var olabildiğini ve aynı hedefe hizmet ettiğini ortaya koyuyor. Yani totaliter rejim, herhangi bir hukuksuzluğa gündem mühendisliği olmaksızın girişemiyor. Atacakları her hamleye sahte de olsa herkesi şoka uğratacak, herkesin sesini kısacak bir devasa gürültü eşlik etmek zorunda. Sonuçta Sedef Kabaş sesleri kısmak için tutuklandı ama aynı zamanda seslerin kısılmasıyla tutuklandı.