No Result
View All Result

Tamgadan harfe, türeyişten kimliğe

Metehan PARS by Metehan PARS
3 Mayıs 2025
in GÜNLÜK
0
Tamgadan harfe, türeyişten kimliğe

“Türk” sözcüğü, yalnızca bir milletin adı değil; çok daha fazlasıdır: bir dünya görüşü, bir yaşam biçimi, bir kültür ve hatta bir kaderdir. Bu kelime, tarihin en eski yazılı belgelerinde bile yankılanır. Çin kroniklerinde “Tu-küe“ veya “T’u-chüeh“ biçiminde yer alan ilk anılışlar, milattan önceki yüzyıllara kadar gider. Ancak en sahih ve kendine özgü formuyla “Türük” adı, Orhun Yazıtları’nda karşımıza çıkar. Bu yazıtlar, yalnızca birer siyasi belge değil; aynı zamanda “Türk” adının anlamını ve kutsiyetini bizzat açıklayan kaynaklardır.

Bilge Kağan şöyle seslenir:

“Üze kök tengri asra yagız yir kılındukta, ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumin Kağan, İstemi Kağan il tutmış, Türk budunung adı sanı yok bolmaz teg ökünç yok bolmazteg kılmış.”

Burada “Türk budunung adı sanı yok bolmazteg” ifadesi, adın kutsallığına işaret eder. Ad soyla karışmaz, ad kimliktir; “Türk”, töreye bağlı, özgürlüğüne düşkün, devlet kurucu milletin kod adıdır.Etimolojik olarak “Türk” sözcüğü üzerine çeşitli teoriler geliştirilmiştir:

  • Orta Asya mitolojisinde Türklerin “Bozkurt” ve “Ergenekon” gibi motiflerle türediği anlatılır. Buradaki “türeyiş”, hem çoğalma hem doğuş anlamı taşır.
  • Kaşgarlı Mahmud ise, Divânu Lügâti’t-Türk’te “Türk, olgunluk çağıdır” der. Bu tanım, yalnızca biyolojik değil, zihinsel ve kültürel bir kemale işaret eder.
  • Eski metinlerde “Türük” biçimiyle geçen sözcük, “törü” (töre) kelimesiyle aynı kökten gelmiş olabilir. Bu da “töreli insan”, yani düzenli, yasalara bağlı birey anlamını taşır.

Tüm bu anlam katmanları, “Türk” kelimesinin zaman içinde bir halk adı olmaktan çok daha fazlasına dönüşmüş olduğunu gösterir. “Türk olmak”, yalnızca doğuştan gelen bir kimlik değil; sürdürülen, yaşatılan bir kültürdür.

Türk kültürü, çadırla saray arasında, kopuzla kalem arasında, atla aygıt arasında kurulmuş büyük bir zihinsel coğrafyadır. En eski dönemlerdeki göçebe yaşam tarzı, kültürün dinamizmini, disiplinini ve doğa ile kurduğu uyumu belirler. Kültür, yalnızca içten gelen birikim değildir; aynı zamanda dış dünyayla kurulan temasla da şekillenir. Türkler tarih boyunca Çin, İran, Hint, Arap, Bizans ve Slav medeniyetleriyle ilişki kurmuş, ama her defasında öz benliğini koruyarak sentez üretmiştir. Bu sentezde, geleneksel Türk değerleri olan bağımsızlık, adalet, ahde vefa, kahramanlık ve misafirperverlik her daim merkezdedir.

Türkçenin kültürel hafızadaki yolculuğu

Türkçenin yazılı tarihi 1300 yılı aşan bir geçmişe sahiptir. Ancak sözlü geleneği, destanlar ve mitlerle çok daha eskilere uzanır. Bu dil, yalnızca bir iletişim aracı değil; Türk milletinin hafızası, ruhu ve şahididir.

Türkçenin bilinen ilk yazılı belgeleri olan Orhun Yazıtları, Göktürk alfabesiyle yazılmıştır. Harfler taşlara kazınmıştır; çünkü bu sözlerin ebedî olması istenmiştir. Bu yazı sistemi, 38 harften oluşur ve sağdan sola doğru yazılır. Ses temelli bir alfabedir; yani her harf bir sesi temsil eder. Bu aynı zamanda Türkçenin yapısal özelliklerine çok uygundur.

Uygur Türkleri, Maniheizm ve Budizm etkisiyle Soğd kökenli alfabeyi benimsemişlerdir. Bu dönemde dinî metinler, felsefi yazılar ve hukuk belgeleri kaleme alınmıştır. Yazının kullanım alanı genişlemiş, şehir kültürüyle birlikte dilin anlam dünyası da zenginleşmiştir.

Karahanlılar döneminden itibaren İslamiyet’in kabulüyle birlikte Arap alfabesi kullanılmıştır. Bu alfabe, Türkçenin ses sistemine tam olarak uymasa da uzun süre kullanılmış, hatta Osmanlı Türkçesi adını alacak bir edebî dil ortaya çıkmıştır. Ancak bu dil halktan uzaklaşmış, Arapça ve Farsçayla harmanlanarak “saray dili” hâline gelmiştir.

Latin harflerine geçiş (1928)

Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün önderliğinde yapılan Harf Devrimi ile Latin alfabesi kabul edilmiştir. Bu adım yalnızca bir yazı değişikliği değil, kültürel bir devrimdir. Türkçe sadeleştirilmiş, halkın anlayacağı bir dil yaratılmıştır. Dil devrimiyle birlikte Türkçenin binyıllık köklerine dönüş başlamış, kelimeler ve kavramlar yeniden gözden geçirilmiştir.

Bugün Türkçe, yaklaşık 250 milyon insanın konuştuğu geniş bir coğrafyaya yayılmış büyük bir dil ailesinin çekirdeğidir. Türkiye Türkçesi dışında Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Uygur bölgesi gibi geniş alanlarda farklı Türk lehçeleri konuşulmaktadır. Her biri kendi tarihi, edebiyatı ve söz varlığıyla Türkçenin zenginliğini temsil eder.

Dijital çağda Türkçe, sosyal medyadan yazılımlara, edebiyattan akademiye kadar geniş bir alanda varlığını sürdürmektedir. Ancak bu çağın en büyük sınavı, dil bilincini korumaktır. Yabancılaşma, yozlaşma ve kelime tükenmesiyle karşı karşıya kalan Türkçe, yalnızca bir eğitim meselesi değil; bir kültür politikası meselesidir.

Türklüğe adanmış bir ömür: Mavi gözlü Bozkurt

Türklüğün yalnızca bir etnik köken değil, tarihsel bir şuura, kültürel bir mirasa ve ahlâkî bir duruşa dayandığını en derin biçimde kavrayan lider, şüphesiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Onun, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü, ırkî bir mensubiyetin değil, ortak değerler etrafında birleşmiş büyük bir medeniyetin ifadesidir. Atatürk, Türklüğü yalnızca bir geçmişle sınırlamaz; onu çağdaşlaşmanın, ilerlemenin ve millî egemenliğin temeli olarak görür. “Türk milleti zekidir; Türk milleti çalışkandır.” diyerek bu milletin içsel potansiyelini vurgular. Onun milliyetçilik anlayışı, dışlayıcı değil; kültür ve ülkü birliği üzerine kuruludur: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı da Türk toplumudur.”

Bu anlayışla kurulan Türk Tarih Kurumu (1931) ve Türk Dil Kurumu (1932), yalnızca kültürel kurumlar değil; millî kimliği bilimsel temellerle güçlendirmeyi amaçlayan stratejik adımlardır. Atatürk, bu kurumların kurulmasını şu sözlerle açıklar: “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyetinin temel dileği olarak kabul ediyoruz.” Dil Devrimi’yle Türkçe, halkın dili olarak devletin dili hâline gelmiş, Arapça ve Farsça etkilerden arındırılarak özüne dönme yolunda büyük adımlar atılmıştır.

Atatürk’ün Türklüğe bakışı, bir gurur kaynağından öte, bir görev ve sorumluluk çağrısıdır. Şöyle der:

“Türk demek, dil demektir. Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen kişi, her şeyden önce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır.”

Bu fikirler doğrultusunda Atatürk, Türklüğü tarihin derinliklerinden alıp çağdaş dünyanın onurlu bir öznesi hâline getirmiştir. Onun açtığı bu yol, bugün hâlâ Türklüğü bir fikir, bir kültür ve bir gelecek ufku olarak yaşatanlara ışık olmaktadır.

Türk olmak, tarihin ve zamanın ötesinde bir anlamdır

Türk olmak, sadece bir soydan gelmek değildir. Bir töreye uymak, bir dili yaşatmak, bir kültürü taşımak ve gerektiğinde uğruna savaşmaktır. Göktürk tamgalarından Latin harflerine, bozkırdan metropole, otağdan dijital dünyaya uzanan bu serüven; tarihin en uzun soluklu kültürel yürüyüşlerinden biridir.

Bu yürüyüş devam ediyor.

Ve bizler, bu yürüyüşte yalnızca birer yolcu değil; aynı zamanda mirasçıyız, taşıyıcıyız, yaratıcılarız.

Türkçemiz var oldukça, Türk milleti de var olacaktır.

NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!

Metehan Pars”ın yazısının tamga çevirisi.

 

Previous Post

Risk doğuya kaymış görünüyor

Next Post

Özgür Özel’e verilen mesaj ve Özel’in veremediği yanıt

Next Post
Özgür Özel’e verilen mesaj ve Özel’in veremediği yanıt

Özgür Özel’e verilen mesaj ve Özel’in veremediği yanıt

Facebook Twitter Instagram

TÜM HAKLARI SAKLIDIR © 2022 TÜRKSOLU, ATATÜRKÇÜ, MİLLİYETÇİ, SOLCU GAZETE.

No Result
View All Result
  • TÜRKSOLU
  • GÜNLÜK
  • HAFTALIK
  • ARŞİV
  • İLERİ YAYINLARI KİTAPLIĞI

TÜM HAKLARI SAKLIDIR © 2022 TÜRKSOLU, ATATÜRKÇÜ, MİLLİYETÇİ, SOLCU GAZETE.