Allah yeter” mi?
Türkiye uzun süredir tarikatların egemenliği altında, öyle ki tarikatlar “laiklerle” değil diğer tarikatlarla savaşıyor. Tarikatlar arasında çıkan her kavga, devlet içinde meydana geliyor ve Cumhuriyet’i biraz daha aşındırıyor. Hangi tarikatın hangi bakanlıkta nasıl yapılandığından, hangi tarikatın hangi ticari sektörde hangi holdingle güç kazandığına, sürekli bir bilgi bombardımanı altındayız.
Tüm bu bilgi bombardımanı ve tarikat gücü, asıl olarak bilincimize yöneliyor ve tarikatların normal yapılar olduğu, onlara ihtiyaç olduğu, Cumhuriyet’te onlara da yer olduğu gibi yanlış bir anlayış ortaya çıkıyor.
Ülkemizde hemen her kavramsal tartışma gibi bu tartışma da yanlış bir zeminde yapılıyor. Tarikatlara Cumhuriyet’te elbette yer yoktur, bu çağda tarikatlara elbette ihtiyaç da yoktur. Bunu söylemek için laik olmak da gerekmez, çünkü tarikatlar Cumhuriyet’e verdikleri zarardan daha fazlasını dine ve dindarlara veriyorlar.
Bazı gerçekleri çekinmeden söyleyebilmeliyiz: Tarikatların ortadan kalkması en başta dinin gereğidir. İslamcıların zaman zaman attığı bir slogan vardır, “Allah yeter” derler. Nisa Suresi’nin 45. ayetinde geçen “Dost olarak Allah yeter. Yardımcı olarak Allah yeter” buyruğuna atıfla söylerler böyle. Ama tarikatlar söz konusu olduğunda birden “Allah yetmez”, bize tarikat, şeyh lazım demeye getirirler. Biz de doğal olarak onlara sormalıyız: Allah yeter mi yetmez mi?
Tarikat gerçekliğine doğru bakmak
Tıpkı partiler gibi, tıpkı kabileler gibi, tıpkı siyasal örgütler gibi, tıpkı şirketler gibi tarikatlar da bir örgütlenme biçimidir. Her örgüt, belli dönemde ortaya çıkar ve belli ihtiyaçları karşılamak için insanları etrafında toplar. Bu bakımdan tarikatlar tarihsel bir gerçekliktir, Orta Çağ boyunca sadece İslam dininden değil diğer dinlerden inananlar da tarikatlar aracılığıyla bir araya gelmişlerdir.
Biz, İslam coğrafyasından olduğumuz için İslam toplumları açısından durumu inceleyebiliriz. İslam dininde inananların bir araya geldiği yer camidir, camide insanlara rehberlik eden ise imamdır. Dine ait olan kısım bundan ibarettir. Hatta şunu da söylemek mümkündür; cami ve imam olmasa dahi, inanan insan inancının gereklerini yerine getirebilir.
Fakat bu tespit, durumu oldukça basite indirgemek olur, bir dine inanan insanların aynı zamanda toplumsal bir yaşamları vardır ve din de bu toplumsal yaşam içinde yaşanır. Toplum dışı insan olamayacağı gibi toplum dışı bir din de yoktur. Din ile devletin ayrılması, yanlış bir biçimde dinin toplumdan dışlanması ya da soyutlanması olarak anlaşılmamalıdır.
Elbette dinsel bağ sonuçta Yaradan ile yaratılan arasındadır ama inanan insanlar arasında başka bağlar da vardır. Zaten dinsel örgütlenmeleri ve tarikatları ortaya çıkaran da bu tür bir gerçekliktir. Bu anlamıyla tarikat, inananlar açısından gerekli bir örgütlenme biçimi olarak doğmuş ve işlev görmüştür.
Uluslar çağında tarikat olmaz
O halde doğal olarak şunu sorabiliriz; tarikatlar madem inanan insanların ihtiyacı olarak ortaya çıktı, bugün neden onları yok etmeye çalışalım ki? Bırakalım toplumsal rollerini yerine getirsinler… Zaten özellikle sol liberal çevreler olaya böyle bakıyor ve uzunca bir süredir tarikat ve cemaatlerle bir kısım liberal solcu arasında kurulan bir ittifak da var.
Fakat gözden kaçırılan çok önemli bir gerçek var, tarikatların ortaya çıktığı ve işlev gördüğü çağ geride kaldı. Çağ geride kaldı derken artık modern çağ geldi, bu çağda dine yer yok demek istemiyorum. Çağ ne kadar modernleşirse modernleşsin, bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanların inanç ihtiyacı ortadan kalkmıyor. Tarikatlar ortadan kalkmalı tezi de kesinlikle inançlar ortadan kalkmalı şeklinde bir talebin örtüsü değil.
Mesele şu: Tarikatların ortaya çıktığı çağlarda, bugünkü gibi modern devletler yoktu, bugünkü gibi bir ticari hayat yoktu, sanayi yoktu, iletişim yoktu, okul yoktu, ordular yoktu. Bunların olmadığı bir çağda tarikatlar insana ait tüm toplumsal ihtiyaçları karşılamaya çalışan yapılardı. Ve o dönemin toplumları o kadar parçalıydı ki, pek çok farklı tarikat bir mozaik gibi yan yana bir arada bulunabilirdi. O çağların devlet anlayışında, toplumu bir arada tutan devlet değildi, tarikatlardı. Devletler de bu tarikatlara dayanarak insanlara hükmederlerdi.
Ama bu tür bir toplum çoktan ortadan kalktı. 1800’lü yıllardan başlayarak modern toplum oluşmaya başladı ve oluşurken de yepyeni kurumları ortaya çıkarttı. Bugün hastaneler var, okullar var ama Orta Çağ’da yoktu, tarikatlar bu ihtiyaçları karşılardı. O dönemlerde polis teşkilatı, askeriye de yoktu, kimi zaman tarikatlar çoğu zaman da aşiretler yine bu ihtiyaçları giderirdi. Aslında aşiretler ve tarikatlar aynı dönemin ürünüydü, modern çağ öncesi örgütlenme biçimleriydi.
Adını netleştirelim: Ulus öncesine ait toplumsal biçimlerdir bunlar. Ama işte artık uluslar var ve insanlar ulus etrafında devletlerde örgütleniyorlar. Bu nedenle de devlete eş veya rakip tarikat ya da aşiret örgütlenmelerine bu çağda yer yok.
Tarikatlar neden artık “kutup” yetiştiremiyor?
İslam toplumunda da, Osmanlı’da da, Cumhuriyet Türkiyesi’nde de tarikatların modern çağdaki rolü hiç de olumlu değil. Bu sadece siyasi açıdan böyle değil, özellikle dini açıdan böyle.
Şimdi soralım, son yüz yılda hangi tarikattan hangi büyük din bilgini çıktı?
Her tarikat yüzyılın müceddidi, binyılın müceddidi diye kendi şeyhlerini sayar ama aslında onlar da biz de gayet iyi biliyoruz ki, son yüzyılda ve önceki birkaç yüzyılda hiçbir tarikattan hiçbir önemli din bilgini çıkmamıştır. Çıkara çıkara bir talk-showcu çıkarabildiler sadece.
Din ile tarikatı, İslam ile tarikatı özellikle ayırmamız lazım. Son yüzyılda çok önemli İslamcı düşünürler ve eylemciler elbette çıktı ama zaten demek istediğim şey de tam olarak bu: Hiçbiri tarikattan çıkmadı!
Tezlerime en aykırı duracak yerden vereyim örneğimi: İslamcılar arasında belki de en fazla sivrilen kişi olan Necip Fazıl’ı ele alalım. Necip Fazıl, elbette Arvasi’den el almıştır, bu anlamıyla Nakşî sayılabilir fakat kendisi yeni bir tarikat kurmamıştır, tarikatın başına da geçmemiştir. Çünkü Necip Fazıl, tekkeden adam yetişmeyeceğini biliyordu, o nedenle de tüm enerjisini özellikle basına yöneltti, modern dünyada İslamcı bulmaya, İslamcı yetiştirmeye çalıştı.
Aynı durum Salih Mirzabeyoğlu için de geçerlidir, o da istese tarikat şeyhi olabilirdi ama bunun yerine
bir siyasi hareket kurdu.
Necip Fazıl’ı bu anlamda materyalist olarak değerlendirmemiz mümkün olmalı, o yeni çağı anlamıştı ve kendince inandığı idealler için bu yeni çağda bir yer açmaya çalışıyordu. Aynı durum Mirzabeyoğlu için de geçerli sayılabilir.
Ülkemizde son yüzyılda İslamcı siyasal akımlar da var, kültürel akımlar da var ama hiçbir önemli ismi tarikat yetiştirmedi. Ne şair çıkartabildiler, ne romancı, ne de başka bir şey. Mehmet Akif de tarikattan çıkmamıştı, Sezai Karakoç da, Nurettin Topçu da… İsimleri çoğaltabiliriz, hatta buna Türkiye dışı coğrafyadan İslamcı öncüleri de katabiliriz, tarikat yetiştirmesi İslamcı yoktur. Zaten İslamcı öncüler de tarikat yoluyla mücadele perspektifi geliştirmemişlerdir.
Sol’da ve Sağ’da tarikat yapıları
İslamcıların paradoksu şu: İslamcı öncüler modern çağın ürünü. Hemen hemen hepsi laik eğitimden geçmiş, dünyayı materyalist olarak analiz edebilen ama imanla hareket eden insanlar. Geleneksel medreseler ve tarikat tekkeleri İslam’ın çürüdüğü yerler oldu ama İslamcılık kendisini modern dünyada yeniden diriltti. Bu durum o kadar önemli bir gerçek ki, tarikatlar bile artık medrese ya da tekke eğitimine değil normal okullara, kolejlere, üniversitelere yatırım yapıyorlar. Birçoğu yurtdışı eğitimi de alıyor. Necip Fazıl dâhil İslamcılığın tüm liderleri Kemalist üniversitelerden ve yurtdışı tedrisatından geçtiler. Tıpkı sosyalistler gibi.
Bu, onların avantajı olmuş oldu, dergiler çevresinde, dernekler üzerinden örgütlenen sol ve İslamcı akımlar, aynı gerçeklikten besleniyorlardı; modern çağda örgütlenme işi tarikatlarda olamazdı, tarikat gömleği artık dar geliyordu. Sol’un tarikat benzeri örgütlenmelerden çıkma çabasını da aynı şekilde değerlendirmek gerekir. Kitleler çağında sol ya da sağ tekkelere yer yoktu.
İslamcılığın siyasallaştığı, siyasal ya da kültürel olarak atılım yaptığı her yerde aslında tarikat dışı bir İslamcı inisiyatifin devreye girdiğini görmemiz gerekir. Bu bir cesaret işidir, arkasına tarikat almadan sadece Allah’a ve Allah’ın kulu olarak kendisine güvenen sorumlu insanların, devrimcilerin öne çıkmasıdır.
Tarikatlar ise gelenekçi ve tutucu İslamcılığı temsil ederken bu yeni İslamcı siyasi akımların çıkmasını da genel olarak hoş karşılamamışlardır. Çünkü modern İslami örgütlenmeler tarikatların altını oyuyordu. Ya da şöyle bakabiliriz: Tarikat, Müslümanların hapishanesi olmuştu ve bu hapishaneden çıkan bazı cesur devrimciler yeni İslamcı hareketi oluşturdular.
Aslında çok benzer bir gelişmeyi sol açısından da tespit edebiliriz: 68 sonrası sol hareketlere genellikle Yeni Sol hareketler denilir ve geleneksel sosyalist akımlar tarafından hiç de hoş karşılanmaz. Çünkü Leninist parti de bir nevi tarikat örgütlenmesidir. Komintern ise Vatikan’ın muadilidir, 68 isyanı da Luther’in Vatikan’a isyanı gibidir. 68 sonrası Leninist örgütlenmelerin dağılması ve Yeni Sol örgütlenmelerin yaygınlaşması boşuna değildir.
AKP iktidarı: İslamcılığın düşüşü, tarikatların yükselişi
Türkiye’de son 20 yıllık AKP iktidarı tarikatların güçlendiği bir dönem oldu ama bu dönem aynı zamanda İslamcılığın cazibesini yitirdiği ve güç kaybettiği bir dönem. Bu paradoks, tam da bahsettiğim gerçeklikten kaynaklanıyor; tarikatçılık İslamcılığı engelliyor.
İlginç bir durum da Sol güçler açısından geçerli. Sol için, İslamcı ve sağcı bir iktidarda güç kaybetmiş olmak doğal karşılanabilir. Ama sol örgütlenmelerin neredeyse işlevsiz kalmış olması başka bir olguya bakmamızı gerektirmeli.
Gerek İslamcı gerekse sosyalist akımlar, modern çağın gereklerine uyum sağlamaya elbette çalışıyorlar. Artık Bakkal Hacı Amcalar yok İslamcı büyük süpermarketler var; medreseler yok kolejler var; örtünme yine var ama artık moda da var. Bu, tarikatların bile çağa uyum sağlama çabasının olduğunu gösteriyor. Sol ise elbette sermaye gücünden yoksun ve İslamcılar kadar rahat bir dönüşüm yaşayamıyor ama artık Sol da kendisini orta sınıflarda yeniden üretecek yollar deniyor ve kimi zaman bulabiliyor da.
Fakat hem İslamcılığın hem de Solculuğun önemli bir tıkanma noktası var ki örgütlenme modelinin altında yatan ana neden bu.
Modern çağ ulusal çağıdır ve bu çağda siyasetin doğası artık laiktir, teokratik değildir. Bu laik siyaset alanında elbette İslamcılığa da yer vardır. Fakat bu çağa uygun örgütlerle. Bu anlamda İslamcı akımların siyasi partiler kurması da çağa uygundur hatta İslamcı terör örgütlerinin kurulması bile çağa uygun modern girişimlerdir. Çünkü tüm toplumu ve devleti hedef alırlar. Tarikatlar ise devleti yok saymanın, onu aşındırmanın araçlarıdır.
Sol açısından ise belki de en önemli handikap bir türlü laik olamamasıdır. Sol düşünce maalesef teokratiktir. Laikliğin tek bir tanımı olabilir, dünyevi olan ile uhrevi olanı (kendi düşünsel ya da inanç dünyasını) ayırmak, hukuki zeminde her ikisine de eşit yaklaşabilmek. Yani klasik burjuva hukuku ve hümanizmi. Ama biliyoruz ki Solcular, kendi örgütünden, kendi görüşünden olmayanların yaşam hakkını savunmazlar. Tıpkı tarikatçılar gibi. Sol’un insan haklarından bahsettiği her yerde sadece kendisi vardır, başkaları zaten insan bile değildir.
Sol veya İslamcı düşünce aynı gelenekten beslenir ve orada tıkanır kalır: kabilecilik. Kabilenin kimi zaman örgüt, kimi zaman tarikat, kimi zamansa bir düşünce olması sadece teferruattır. Sol ve İslamcı tarikatlar kendi imgelerinde bir toplum yaratmaya ve onun dışındaki her şeyi yok etmeye çalışırlar. Ulusa ve ulusçuluğa bu kadar düşman olmalarının nedeni de budur: Ulus büyüktür, geniştir orada İslamcıya da Solcuya da yer vardır ama diğerlerinin varlığını kabul etmek şartıyla!
Türkiye’de İslamcı ve Sol güçlerin Kürtçülüğü elbette başlı başına bir handikap diyebiliriz. Her iki kesimde de yoğun bir Türk karşıtlığı vardır. Kimi Arapçılık kimi Kürtçülük yapsa da esasında kabilecidirler. Bu nedenle siyasal bir problem ötesinde ontolojik bir çıkmazdadırlar. Modern çağın örgütsel modellerine kimi yerde ve zamanda uyum sağlamaya çalışsalar dahi modern çağın ulus olgusunu görmezler, hatta geriye döndürmeye çalışırlar.
Fetretten çıkış
Her ideoloji kendi ütopyası için çalışacaktır elbette. Ama bu ütopyaların tarihsel gerçeklikle de örtüşmesi şarttır.
Bugünkü sınıfsal yapıda proletarya diktatörlüğü diye bir ütopya olamaz, bu olsa olsa gericiliktir. Ütopyalar, ileriye dönük özlemlerdir. Aynı şekilde bugünkü modern dünyada bir tarikatın kendi ülkesini ve devletini ele geçirme çabası da hem imkânsızdır hem de gericidir. Bu tür gerici ütopyalar en fazla iç savaşlara yol açar ama devrimlere yol açmaz!
Türkiye tam da bu çıkmazda bir ülkedir. Tarikatlar eliyle, Kürtçüler yoluyla, Solcuların yardımıyla, ulusal laik yapımız aşınmakta ve adeta bir fetret devrini işaret etmektedir.
Fetret devirleri, tarikatların, kabilelerin, örgütlerin savaşıdır ama bu savaşın kazananı savaşanlar olmaz. Her fetret, fetretin taraflarının düştüğü yanlışı fark eden birleştirici ideolojilerin ortaya çıkması ile aşılır. Kültürel bir yenilenme gerçekleşir.
Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin, Mehmet Akif’in ortak noktası sizce neydi?
Kubbe altında bir İslamcılık
Aslında Cumhuriyet’in ilk döneminde bir tarikatın ideolojik-kültürel okula dönüşme süreci gibi güzel bir örneğimiz de var bizim. Rıfai tarikatı lideri Kenan Rıfai kendi şeyhliğini kendisi ilga etti ve tarikatını kapattı. Fakat bu tarikat bir dini kültürel okula dönüştü ve hâlâ da yaşıyor.
Yahya Kemal de, Nihat Sami Banarlı da, Samiha Ayverdi de, Ekrem Hakkı da, Safiye Erol da bu okulun ülkemize kazandırdığı değerlerdir.
Acaba hangi tarikat bu saydığım isimler düzeyinde bir topluluk yetiştirebildi diye sormuyorum bile, teki düzeyinde bir örnek bile neden yaratamadılar?
Tarikatlar okula dönüşebilseydiler, şeyhler o şeyh koltuklarını terk edip birer öğretmene dönüşebilselerdi, hem onlar bir şey öğretebilirlerdi hem de bir sürü öğrencileri olurdu.
İslamcı camia ne kadar kısır olduğunu göremeyecek mi? Ve bu kısırlığın aşıldığı her yerin tarikatın dışında olduğunu kabul edemeyecek mi?
Laik devlete savaş açmak kolaydır peki ne zaman bu tarikatlara savaş açacak bir İslamcı cesareti görebileceğiz bu ülkede?
Rıfailerin kendilerine yeni isim olarak Kubbe Altı’nı seçmesi bile ne kadar da anlamlı…
Gök kubbede kendine rakip yıldız, hükümdar, şeyh kabul etmeyen bir orta çağdan, Kubbe Altı’nda herkesin eşit olduğu yeni bir çağa geçiş…