Bu yazı; günümüz Türkiye’sinde tam bir kaosa dönüşen ‘sosyal-siyaset’ yapısını konunun temellerine inerek açıklayan ‘dört kitabın’ tanıtımı için kaleme alındı:
Kaya Ataberk’in titizlikle araştırarak kaleme aldığı bu kitaplar şunlardır:
1- Türk Siyasetinde Kürt-İslamcılar
2- Ermenilerin Kaleminden Kürtleşen Ermeniler
3- Pusudaki Cemaatler
4- Yüzyıl Savaşları-Cumhuriyet ve Tarikat
Türk ‘sosyal-siyaset’ alanının nasıl oluştuğunu ve şu andaki tablonun analitik izahını yapan bu kitaplar isimlerinden de anlaşılacağı gibi sözü edilen bu alanın parçaları/bölümleri gibidir.
Bu tanıtımın ayrıntılarına girmeden en son söyleyeceğim sözü en baştan söylemek istiyorum: Bizim, yani Türk toplumunun tarihle bağı çok zayıftır. Geçmişte yaşanan temel konuların kırılma noktaları şuur altına itilmiştir…
Toplumdaki büyük dalgalanmaların, sarsıntıların (özellikle toplum mühendisliği tabir edilen, sürü yönetir gibi toplumu yönlendirmelerinin) sebebi bu hafıza kaybıdır.
Nietzsche, üstün insanı “belleği en uzun olan varlık” diye tanımlar.
İşte bu belleği yeniden kazanmak için sosyal konularla uğraşanların tamamı yani toplumdaki herkesin Türk toplumunun her ferdinin, toplumsal şuur denen o muazzam birikimden haberdar olması için bu dört eseri başucu kitabı yapıp tekrar tekrar okuması gerekir diye düşünüyorum.
Burada, yazara ve yayınevine bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Lütfen bu dört kitabı tek kutu içinde (bir arada) okuyucuya sunun.
1- Türk Siyasetinde Kürt-İslamcılar
Tanıtımını yaptığım kitapların içeriği hakkında bilgi vermek için konu başlıklarından bazı seçmeler yaptım:
– Babürler Dönemi Hindistan’da İngiliz Sömürgeciliği ve Nakşibendiler.
– Kürtlerin İslamcılığı: 1810-1880.
– Osmanlı-Türk Toplumunda Dönüşüm ve İslamcılığın Oluşumu.
-Kürt Nakşiliğinin Kökeni Şeyh Halid ve İngiliz Ajanı Claudius Rich.
– AKP-Barzani Kardeşliğinin Kökü, Necip Fazıl ve Nehrî Ailesi.
-Nakşî Barzanilerin Türkiye’ye İhanet Dosyası.
– Nakşî Kürtlerin İkinci Kolu Şeyh Sait Ailesi.
– Kürt-İslamcı Yükselişte Erbakan-Millî Görüş Çizgisi ve Nakşîler.
– Özal, Kürtlük ve “Federasyon”.
– Ülkücü Hareket ve Kürt-İslamcılık.
– Önemli Kürt-İslamcılar.
– Kürt Şerif Paşa’nın Paris Barış Konferansı’na Ermenilerle Beraber Sunduğu 20 Kasım 1919 Tarihli Önerge.
Yazar, Kaya Ataberk; Bu kitapta işlediği konuya geniş bir çerçeve çizerek giriyor:
“Şeyh Sait İsyanıyla ilk kez geniş kapsamlı olarak ayaklanan Kürt-İslamcı akım o zaman yenilmişti. Ama kökü kurutulamamıştı ve yıllarca Cumhuriyet’e ve Türklüğe karşı mücadelesini çeşitli kollardan sürdürecekti.
Bugün 1925’ten neredeyse 90 yıl sonra AKP’nin Türkiye’yi, PKK ile adı konmamış bir koalisyon halinde yönettiği şu günlerde Kürt-İslamcılığın hem de bir faşizm halinde iktidarda olduğu açıktır.”
Yazarın işaret ettiği ‘temel şer güç-harekete geçiren odak; Siyasal İslam’dır. Sunumunu yaptığımız bu ‘dört kitap’ okunurken konunun bölüm bölüm derinlemesine işlendiğini göreceksiniz.
Ama ben yine de “Siyasal İslam” mevzusunu kısaca özetlemek istiyorum.
İslam tarihinde siyasallaşmanın dört evresi, dört kırılma noktası vardır:
Birinci kırılma noktası; Kerbela Olayı’dır. 10 Ekim 680’de, bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hüseyin ve 72 yakınının şehit düştüğü “Kerbela Olayı”, İslam tarihinin siyasi anlamda en önemli kırılma noktalarından birini oluşturur.
İkinci kırılma noktası; bana göre Türk-İslam tarihinin en önemli hadisesi; Alparslan döneminde yaşanan vezir değişikliğidir. Selçuklu devletinin banisi Türk vezir Amîdülmülk el-Kündürî görevden alınarak ve yerine Fars kökenli Nizamülmülk’ün getirilmesidir.
Çünkü Abbasilerle birlikte Arap İmparatorluğu’nun dönemi kapanmış ama Türkler üzerinden yeniden bir şekilde bu Selefi damarı besleyen anlayış olarak devam ettirilmiştir. Üstelik de buna tasavvuf sosu karıştırılarak Türklerle beraber yola devam edilmiştir. Şayet sözünü ettiğim değişiklik olmasaydı, yani Alparslan’ın veziri olan El Kündüri ile devam edilseydi günümüzde bambaşka bir tablo ile karşı karşıya kalabilirdik.
Vezir El Kündiri aslında mutezile anlayışa sahip birisi yani akılcı ve bilime önem veren bir anlayışa sahipti. Nizamülmülk ise son derece belirleyici olmuştur, kurulan ‘Nizamiye Medreseleri’ ile Abbasîlerden gelen o skolastik nakilci medrese geleneğinde ısrar edilerek, Arapçı anlayış devam ettirilmiştir.
Üçüncü Kırılma Noktası; Şeyhülislamlık Kurumu’nun ihdası ve Mısır’ın fethi sonrası oradan ithal edilen nakilci dogmatik medrese düzeni ‘üçüncü kırılma noktası’ nın esasını teşkil eder
Dördüncü kırılma noktası: Türk ülküsünün esası, “cümle Turan varlıklarının birliği ve kardeşliği” dir. Ancak, Türk ülküsünün bir tek can düşmanı vardır. Bu da diğer Turan diyarlarına (Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu vs.) nazaran daha ziyade Anadolu’da açıktan açığa Türk varlığına savaş açan “Haçlı-Siyasal İslam” cephesidir.
‘Haçlı’dan kastımız elbette ki ‘batı sistemi’ ve Anadolu’daki uzantısıdır. Bu uzantı, ‘Gaspçı-emperyal milletler-Kilise’ geleneğinin eseri olan, onunla iş birliği halinde olan insana düşman her türlü ideolojilerle silahlanmış, örgütler ve organizasyonlardır.
Bunlar sadece coğrafya olarak Anadolu’dadırlar yoksa bütün benlikleri ile ‘Haçlı-Batı ‘sisteminin bireyleridirler.
Hatta isimleri Necmettin, Turgut, Uğur, Doğan, Erdoğan, Oğuz olduğu halde, ne Turan’ı ne de Türk’ü tanırlar, ne de ona yakınlık duyarlar.
“Haçlı-Siyasal İslam” bireylerinin gönüllerinde vahdaniyet bulunmaz, bunlar kesinlikle şahsiyet, zat, ferdiyet, değildirler, bireydirler. Çünkü kimliksizdirler, yürekleri ölü ve kirlidir, çünkü çok tanrılıdırlar.
Temelde maddeye tapar güce inanır biteviye iktidarı isterler. “Haçlı-Siyasal İslam” bireyleri asla iktidarsız yapamazlar.
Çünkü iktidarın dışında kalmak demek onlar için yok olmak demektir.
Buradaki Siyasal İslam kavramı ise tarikat teşkilatlandırmasına dayanan günümüzde adına klişe olarak ‘İslamcı’ denen şirret iktidar şirketidir.
Doğu despotizmi “Haçlı-Siyasal İslam” ortaklığı ile atağa kalkarken Büyük Türkistan’dan bu zehirli oluşuma karşı duran yeni bir güç odağı ortaya çıkar. Daha doğrusu Türk Dünyası savunma gücünü oluşturur.
Kaya Ataberk, Türk’ün bu savunma gücünü şöyle anlatıyor:
“Aynı yıllarda Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi’nin çevresinde Yesevîlik şekillenirken 1200’lerin ikinci yarısından sonra ortaya çıkan Mevlevîlik ve Bektaşîlik ile bunlardan yaklaşık 100 yıl sonra doğan Halvetîlik ve Nakşibendîlik tamamen Türk tarikatları olarak varlık gösterecekti.
Aslında olaya bu açıdan bakıldığında tarikatlar döneminin büyük oranda Türkler tarafından oluşturulduğu anlaşılacaktır. Tabii ki o zamanların tarikat anlayışı ile bugünküler arasında çok önemli farklar vardır.
Türk tarikatları devlete yardımcı kurumlar olarak ortaya çıktı. Özellikle Ömer Lütfü Barkan’ın meşhur tanımlamasıyla ‘kolonizatör Türk dervişleri’ Anadolu’da Türkleşme ve İslamlaşmanın önde gelen gönül ve meydan savaşçıları oldular.
Bu dervişler kaynağını Yesevîlikten hatta doğrudan YesevîOcağı’ndan alıyorlardı. Devlet de medreselerin, kervansaraylar gibi kurumların yanında hankâhların, dergâhların kurulmasına da destek oluyordu.
Devletle Türk tarikatları arasında bir dayanışma vardı.”
Kaya Ataberk, Türk Siyasetinde Kürt-İslamcılar kitabında ‘Haçlı-Siyasal İslam’ diye kavramlaştırdığımız bu ana unsurun bir numaralı temel kaynağını veriyor:
“Özellikle Rabbanî’nin mektuplarından ibaret olan Mektubat önce Necip Fazıl (Kısakürek) tarafından kısa olarak, daha sonra da Hüseyin Hilmi Işık tarafından uzun olarak çevrilecek, bu vesileyle de Türkiye’de sağ fikrî harekete damgasını vuracaktır.
Sadece İslamcıların ve Kürt-İslamcıların değil Türk-İslam Sentezcilerinin de temel dayanak metni bu olacaktır.
MHP’nin ve Ülkücülüğün teorisyeni Seyid Ahmed Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü kitabı, Rabbanî’nin Mektubat’ına göndermelerle doludur. Yani Rabbanî’nin etkisi hiç de azımsanacak bir etki olmamıştır.”
Sömürgeciliğin bir yaşam tarzı olduğu dönemlerde 16-17. yüzyılda sömürgeciliğin mucidi ve ağa-babası olan İngilizler bütün güçleriyle; bitmez tükenmez kaynakları olan Hindistan sonra sırayla; İran, Mısır, Arabistan ve Anadolu’da Osmanlı’ya yüklendiler…
Buralarda hâkim güç olan Müslüman Türkler vardı. Onlar, Türkleri bir şekilde etkisizleştirmeden sömürgecilik yapmalarının mümkün olmadığını gördüler.
Bu sebepten İngilizler, hemen kendi icatları olan sömürgeciliğin temel kuralını çalıştırdılar; “Böl parçala ve yönet”. Bu düşünce ile, Ahmed el-Faruki Sirhindi=İmam Rabbani’yi keşfettiler
Sonrasını Kaya Ataberk’ten dinleyelim:
“İngilizler açısından toplumun bölünmesi, tüm grupların birbiriyle savaşması ve İngilizlere karşı bir araya gelememesi en önemli şeydi.
Nakşiler bu imkânı onlara sundu.….
Böylece sömürgecilik çağının ya da modern dönemin ilk İslami ayrıştırma hareketi Hindistan’da doğmuş oluyordu. Bu hareketin verdiği tecrübe İngilizler tarafından İran’da Kaçarlara; Mısır, Arabistan ve Anadolu’da Osmanlı Türklerine karşı etkili bir tarzda kullanılacaktı.”
“Haçlı-Siyasal İslam” ittifakının kullandığı yapay azınlıkların başında Kürtler-Kürtlük gelir. Konu Nakşilikle ortak paydaya sahiptir ve bu kitapta konunun bütün ayrıntıları ile ele alındığını okuyoruz.
“Mevlâna Halid-i Bağdadi olarak da bilinen Kürt Caf Aşiretinden Şeyh Halid’in ve Kürt-Nakşibendilerinin hikâyesi kitabımızın ana konularından biridir”
Kürt konusunun ilk uzmanları Ruslardı. Minorsky, konsolos Jaba gibi Rus diplomat-bilim adamları İran’da ve Osmanlı Devleti’nde görev yaparken Kürtleri keşfettiler.
O dönem “Kürt” ya da “Ekrad” olarak adlandırılan insanların bugünkü Kürtlerle neredeyse hiçbir ilgisi yoktu. Bunlar Farsça gramer üzerinde Türkçe, Arapça ve hatta Ermenice kelimelerin karışımından oluşma melez lehçeler konuşmaktaydılar.
“Ekrad-ı Yörükan” diye tanımlanan, Türk olduğu açık olan binlerce aşiret vardı. Ve yine birçok Kürt aşireti hakikatte bir zamanlar Türkmen aşiretiyken Şafiîleşerek ve dil değiştirerek “Kürt” olmuştu…
Bir taraftan “Kürtlük” inşa edilirken diğer taraftan da “Kürt-Nakşiliği” gelişmekteydi. “Kürtler” yeni bir etnik kimlik olarak üretilmiş, Nakşilik ise hem Kürtler hem de Türkler arasında etkili olması için desteklenmişti.
Konuyu kitaptan nakille devam ettirelim:
“1878’de Sultan II. Abdülhamit döneminde bu bölgenin en nüfuzlu kişisi artık Ubeydullah’tı. 93 Harbi’nin hemen ardından Şeyh Ubeydullah isyan etti. Aynı anda hem Osmanlı’yı hem de İran’ı hedef aldı.
Ubeydullah’ın sadece İslamcı olduğunu iddia edenler de olmuştur, ama bir Rus istihbarat yüzbaşısı olan Aviryanov’la ilişkili olduğu ve 1880’de Kürt aşiret reisleri ve Nakşi şeyhlerinin katılımıyla bir ‘Kürdistan Kongresi’ topladığı da bilinmektedir…
1883’te Şeyh Ubeydullah, sürgün edildiği Mekke’de ölünce oğlu Seyit Abdülkadir de İstanbul’a yerleştirildi. Osmanlı Devleti, diğer isyancı Kürt feodallerinin çocuklarına yaptığı gibi onu da hem kontrol altında tutmak hem de devlete kazanmak istemişti. Bu özellikle II. Abdülhamit döneminin önemli siyasetlerinden biri olmuştur. Fakat sonuçları beklenenin aksini vermiştir.
Seyit Abdülkadir önemlidir çünkü Kürt-İslam örgütlenmesinin en önemli lideri olacaktır. Hem Hürriyet ve İtilaf Fırkası içinde bulunacak, devlette önemli görevler üstlenecek hem de 1918’de Kürt Teali Cemiyeti’nin başında, 1925’te de Şeyh Sait isyanının perde arkasında bulunacaktır.
Sömürgeciliğin Hristiyan azınlıkları desteklemesi ve devletin zayıf kalması karşısında kendini sahipsiz hisseden Türkler zamanla yayılan Nakşibendiliğin eksenine girmişlerdi.
İslam’a sarılma dönemi olarak adlandırabileceğimiz bu ilk tepki bir süre sonra İslamcılığın doğuşuna neden olacaktı. Nakşiliğin Şeriata ve sünnete sahip çıkmayan devlet yüzünden bunların yaşandığı tezi tutacaktı.”
2- Ermenilerin Kaleminden Kürtleşen Ermeniler
(Thomas &Esther Mugerditchian-Çeviri ve Yayına Hazırlayan Kaya Ataberk)
Kitabın içinde göze çarpan iki konu başlığı var:
– Thomas K. Mugerditchian Diyarbakır Katliamları ve Kürt Zulümleri.
– Esther Mugerditchian Türk Tuzaklarından.
Giriş bölümünde yazarı ve kitap hakkında geniş bilgi verilmiş:
“İlk bölümün yazarı Ermeni Thomas K. Mugerditchian, 1914 yılında I. Dünya Savaşı çıkana kadar Diyarbakır’daki İngiliz Konsolosluğu’nda konsolos yardımcısı ve tercüman olarak çalışmış.
Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve diğer İtilaf Devletleri ile savaşa girince Diyarbakır İngiliz Konsolosu Monck-Mason ile beraber Türkiye’yi terk etmiş. Bu kitabı 1919’da Kahire İngiliz İstihbaratının hizmetindeyken yazmış.”
İlk baskısı Ermenice. Orijinal ismi; Dikranagerdee Nahan- kin Tchartere yev Kurderou Kazanioutounnere, Kahire, 1919, Djihanian.
Ermenice orijinal metin daha sonra (Muhtemelen İngiliz istihbaratı çevirmenleri) tarafından İngilizceye tercüme edilmiş ve Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiş.
Kaya Ataberk’in, çeviri için temel aldığı bu İngilizce metindir.
İngilizce metnin bir baskısı da ‘soykırım’ iddialarına temel oluşturmak amacıyla, Ermeni tezlerinin savunucusu Gomidas Enstitüsü tarafından Londra’da yapılmıştır.
Kitap, o yıllarda İngiliz İstihbaratının yazdırdığı ve dünya çapında, özellikle de Amerika’da, Türkiye ve Türkler aleyhine kamuoyu yaratmak için yaydığı propaganda broşürlerinden biridir.
Elbette ki bu kitap baştan sona kadar, Ermenilerin katledilmesine ilişkin iddiaları üzerine kurulmuştur.
Aynı zamanda da Türklere, Kürtlere, Çerkezlere ve I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki olan Almanlara ağır hakaretlerle doludur.
Kitapta sözü edilen olayların ana zemini, Munzur vadisidir. Başta Tunceli olmak üzere genel yoğunluk Türk-Aleviler le meskûn bölgelerdir.
Bizim dikkatimizi çeken tespit ise şu:
“Önce güneyden gelen Kürt aşiretleri bölgede iskân edildiler sonra da Ermeni gurupları ayaklanmalar ve tehciri sırasında Alevi Türkmenler arasına karıştılar.
…
1970’li yıllarda pek çok Türk sol örgütü kuruldu. Bunlardan Tunceli’yi merkez edinen bir tanesi TİKKO idi. TİKKO’yu kuran lider kadronun içinde birkaçı Ermeni asıllı idi, bir kısmı ise Türk Alevi’si idi. Ama bu örgüt, doğrudan Kürtçülük yaptı.
Kürtçülük yarışının başlaması Tunceli, Sivas, Erzincan gibi bölgelerde Alevilerin sol örgütlere girmesiyle birleştiğinde, Türk Alevilerin Kürtler tarafından Kürtleştirildiği örgütsel bir atmosfer doğdu. Kürtleşen Ermenilerin bu dolaylı ama tehlikeli misyonu da dikkate alınmalıdır” …
Ermeni Thomas K. Mugerditchian Ermeni kökenli aşiretlerin adlarını tek tek saymıştır işte onlardan bazıları şunlardır:
Houn, Sora, Gesan, Tayan, Haltan, Mamigan, Pencinari ve Bamerd. Bunlardan Pencinari İstiklal Savaşı sırasında ayaklanan Cemil Çeto’nun aşiretidir.
Tayan aşireti halen Silopi’de yaşamaktadır. 2014’te aşiretten 500 kişinin BDP’ye katıldığı haberleri çıkmış ancak aşiret bu haberleri yalanlamıştır.
Bunların da dışında Silvan bölgesinde yaşayan Sulev ve Zuruka aşiretleri ile Buşeri (Beşiri) çevresinde bulunan Sunuka ve Receban aşiretlerini de kısmen Ermeni olarak kaydetmiştir.
Mugerditchian bu listelemeyi ve açıklamaları yaptıktan sonra Kürt aşiretlerinin içindeki bazı aile adları ile bir kısım geleneklerin Ermenilerden kökenini alması üzerinde durur.
Ermeniceden geçen kelimelere değinir. Bunlara örnekler verir.
Mugerditchian’ın Kürtleşen Ermeniler meselesiyle ilgili olarak değindiği iki önemli nokta daha vardır. Bunlar, Pakroudunik adlı Ermeni aşireti ile Dersim bölgesidir. Bu iki konu üzerinde özellikle durmakta biz de yarar görüyoruz.
Bakeran aşiretine dönüşen Pakradunikler
Mugerditchian, Pakradunik adlı Ermeni aşiretinin Kürt Bakeran aşiretine dönüştüğünü belirtir. Aslında Pakraduniler ya da diğer söylenişleriyle Bagratuniler – Bagratlar sıradan bir aşiretten ötedir. Bagratuni, Ermeni Prensliğinin hanedan ailesidir bunlar.
Mark Sykes bunlardan “Bekran” adıyla bahseder:
“500 ailedirler. Göçerdiler, kışın Diyarbakır, yazın Siirt yakınlarına gelirler. Rivayet bunların Bagratyanların torunları olduğunu söyler. Ermeni Kilisesi bu nokta hakkında kesin konuşur” demektedir.
Yani Ermeni kaynakları Bekiran ya da Bakeran’ın kökeni hakkında emindir. Bagratuniler ile ilgili iddialar önemli bir yazın oluşturmaktadır. Aslında bu hanedanın Yahudi kökenli olduğu iddiaları ilk kez Avram Galanti tarafından gündeme getirilmişti.
Bagratuni Prensliği yıkıldıktan sonra bunların Ermeni kimliğini terk ederek Kafkaslarda ve Karadeniz’de Gürcü kimliği ile varlıklarını sürdürdükleri ayrıca bilinmektedir. Ancak Bagratunilerden Bakeran adıyla Kürtleşenlerin varlığı şimdiye kadar gündeme gelmemiştir.
Kaya Ataberk kaynaklara dayandırarak (Ermeni-Kürt-Gürcü) aşiretlerinin birbirine dönüştüklerini kendi aralarında geçirgenliğin olduğunu tespit etmiş.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Munzur vadisi dışında Doğu Karadeniz’de Rize Hopa, Borçka, Pazar, Çayeli, Güneysu, Ardeşen ve Fındıklı da: Gürcü Bagratuni, Ermeni Bakatoğulları ve Hemşinlilerin olduğunu tespit etmiştir.
Bu bölümü bitirirken gözümüze çarpan iki önemli kaynaktan söz etmeliyim:
Birincisi; Hrant Dink Vakfı’nın yayınladığı “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” kitabına giren tebliğlerden birinde (Hayatta Kalma ve/veya Kaybolma Aracı Olarak Müslümanlaşma–Ishkhan Chiftjian) anlatılmaktadır.
İkincisi; “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” yazarlarından Adnan Çelik, Diyarbakır Kulp’taki bir kripto Ermeni aile için şunları yazmaktadır:
“… İkinci ailemiz olan ‘Mala Hasene Zako’ ise ilçe merkezinde önemli arazilere ve meyve bahçelerine sahiptir. 1970’li yıllardan itibaren, merkez siyasetin dışında yer alması ve özellikle 1990 sonrası dönemde, eğitimli bireylerin Kürt hareketine,sendikal ve siyasi faaliyetlere dahil olmalarıyla tanınmaktadır.
Katliam dönemimde Müslümanlaş(tırıl)mış olan bu ailenin sosyal tarihi ise, dindar kimlikten ziyade, Ermeni aidiyetinden vazgeçmeden Kürt ulusal hareketine angaje olmuş bir politik duyarlılık ekseninde gelişmiştir.”
Yani bu insanlar kendilerini Kürt olarak tanıtmakta, Ermeni olduklarını çok iyi bilmekte ve Kürtçülük yapmaktadırlar…
Bu kitapta benim dikkatimi çeken konu başlıkları şunlardır:
– Tasavvuftan, Ticaret ve Siyasete Tarikatlar.
– Nakşibendilik: Tasavvuftan Şeriata.
– Kürt Nakşibendiliği.
– Nakşiler, Nurcular, Kürtçülük ve İngilizler.
– Cemaatlerin Devleti Ele Geçirme Hedefi.
– Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Nakşi Kürt İhaneti.
– Erbakan, Nakşibendi Cemaatleri ve Örgütlenme.
– FETÖ Nasıl İmparatorluğa Dönüştü?
– Pusudaki Cemaatler ve Örgütlenmeleri.
– Yeni FETÖ’ler Olmaması İçin Tek Çare Laiklik ve Cumhuriyet.
Bu kitaptan seçtiğim yukarıdaki konu başlıklarına göre; Kaya Ataberk bu çalışmasını tamamen tarikatlara ve onların işlevlerine ayırmış. Üzerinde ağırlıklı olarak durulanlar ise günümüzde etkili olanlar, yani iktidar ortağı olanlardır.
Bütün tarikatlar tarihi başlangıçlarında masum gerekçelerle kurulmuş ama doğaları gereği siyasallaşmıştır.
Siyasallaşan tekke, tarikat ve cemaatlerin neye evrildiğini yine meşhur bir ‘tarikat şeyhi, Kuşadalı İbrahim Halveti (1774-1848) söylüyor:
“Tekkelerde artık hayır kalmamıştır Bunların kaldırılması lazımdır
Bunlardan artık insanlığa da İslam’a da hiçbir hayır gelmez
Çünkü tekkeleri meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.”
O zaman, tekkelerin yerine neyin konması lazım? Kuşadalı’nın bu soruya cevabı evrenseldir:
“Yeryüzünü bir tekke haline getirmek ve bütün yeryüzünde insanlığın hizmetinde faaliyet göstermek lazım Zaten Hz. Peygamberin de bize bıraktığı budur; Evâile dönmek yani ilk zamana özgün İslam’a dönmek lazım” (Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti, Doktora tezi, A.Ü. İlahiyat Fak. Erzurum 1981.)
Her tarikat yaşamsal anlamda birer kolonidir. Koloni bireylerinde akıl-fikir düşünebilme yetisi olmaz. Çünkü bunlar yasaklanmıştır; Onların yerine akleden (aklını kullanan) düşünen, fikreden ‘tarikat reisi/ şeyh efendi’dir.
Kaya Ataberk ‘koloni’ diye kavramlaştırdığım hususu daha ileri boyutlara taşıyor:
“…İşin daha da kötüsü tarikat ve cemaatlerin dünyası kendilerinden ibarettir. Kendi dışında kalan kimseye bir yaşam ya da var olma hakkı tanımazlar. Ya tarikata katılırsınız ya da yok edilecekler arasına girersiniz… Bu yok etme ideolojisi sadece laik, çağdaş insanlara, uluslara, cumhuriyetçilere değil diğer tarikatlara karşı da işler.
…Görmemiz gereken birinci gerçek; yaşananların temelinde bir ‘tarikat-cemaat örgütü’ meselesi olduğudur. FETÖ, Nurculuk adı verilen Türkiye’deki Kürt Nakşibendiliğinin içinden çıkmış bir başka tarikatın alt koludur. Bu tarikat-cemaat; siyasette, ticarette, medyada, bürokraside örgütlenmiş, devlete sızmış, hatta merkezi devlete ‘paralel bir devlet’ yapılanması oluşturmuştur. Nihayetinde de darbe girişiminde bulunmuştur…”
Yazar bu kitabını üç ana bölüme ayırmış:
Birinci bölüm, tarikat ve cemaatlerin tasavvuftan yola çıkıp, ticaret ve siyasete ulaşmalarının öyküsü ve aynı zamanda çalışmanın daha kavramsal olan kısmı.
İkinci bölüm ise Osmanlı’nın son döneminden ve Kurtuluş Savaşı günlerinden başlayarak günümüze kadar gelen ihanetin kısa tarihi. Özellikle 1918-2017 arasındaki yaklaşık yüz yıllık süreyi ele alıyor. FETÖ’nün nasıl olup da devlete el koymaya kalkan bir ihanet imparatorluğuna dönüştüğünün öyküsü.
Üçüncü bölümde ise Türkiye’de şu anda var olan, adı çok duyulan ya da duyulmayan birçok cemaatin örgütlenmeleri, önemli isimleri ve kurumları inceleniyor. Nakşibendilerin çeşitli kolları (İskenderpaşa, İsmailağa, Menzil, Erenköy…), Nurcu cemaatler (FETÖ, Yeni Asya, Nesil, Aczmendiler…), Kadiriler, Cerrahiler, Melamiler, Rifailer vs ile tarikatların dışında kalan İslamcı gruplar (Hizbullah, Hizbuttahrir, El Kaide, Nusra, IŞİD gibi) grup grup inceleniyor.
Bu kitapta en ilginç olanı da: “Haçlı-Siyasal İslam” çerçevesinde İngilizlerin yönlendirmesi ile Nakşiliğin yeniden yapılanmasıdır:
“Hindistan; Müslüman, Hindu, Budist, Hıristiyan herkesin rahat ve barış içinde yaşayabildiği bir ülkeye dönüştü. Babürlüler de Uluğbey gibi neredeyse ‘laik’ bir yönetim kurmuşlardı.
… Nakşilik tam da bu dönemde Ahmed el-Faruki Sirhindi yani daha çok bilinen ismiyle ‘İmam Rabbani’nin girişimiyle ikiye bölündü. Artık Hindistan’da Delhi’de bir kol, Sirhind’de başında Rabbanî’nin olduğu için eleştirir. Artık Rabbani ile Nakşilik diğer tasavvuf ekollerinden tamamen kopmaya başlamıştır.
İmam Rabbani kendisini ‘müceddid-i elf-i sani’ yani ‘ikinci bin yılın yenileyicisi’ olarak tanımlıyordu. Tarikatı adeta yeniden kurdu. Tüm ilkelerini yeniden belirledi. Artık ‘Nakşibendi-Müceddidilik’ olarak tanınacak olan tarikatın bu kolu diğer tüm kollardan daha fazla yayıldı ve örgütlendi.
… İmam Rabbani’nin eserlerinin, özellikle de ‘Mektubat’ ının Işıkçılardan, Said-i Nursi’ye, Fethullah Gülen’den, Necip Fazıl’a kadar günümüz Türkiye’sinin Nakşibendilerinin ve İslamcılarının referansı olduğuna dikkat edersek önemini daha iyi kavrayabiliriz.”
İngilizlerin istihbaratçı diplomatı Claudius James Rich’in, Şeyh Halid’i 1820’de ziyaret ettiği bilinir. Şeyh Halid’in “Hem dünyevi hem de ruhani lider olarak ülkenin başına geçmeye çalışmasından” bahseder konuyla ilgili yazdıklarında. Bu İngilizlerin Hindistan’dan sonra Nakşibendilerle kurduğu yeni bir ilişkidir.
Üstelik Rich, İngilizlerin Hindistan’ı yönettikleri Doğu Hindistan Şirketi’nin de temsilcisidir!
….
Şeyh Halid ya da Nakşilerin kullanmayı sevdiği ismiyle “Mevlana Halid-i Bağdadi (D.1776)” Kuzey Irak Süleymaniye de bulunan Caf aşireti mensubu bir Kürt’tür. Türkler ve Osmanlı Devleti’nin mezhebi Hanefilik-Maturidilik iken, Halid ve aşireti Şafii-Eşari’dir.
Halid-i Bağdadi, 1806’da hacca gider. O sırada Mekke Vahhabilerin elindedir. Orada onlarla tanışır. (Bilindiği gibi Vahhabîlik tamamen bir İngiliz kurgusudur.) Daha sonra tanıştığı bir Nakşibendi dervişi olan Mirza Rahimallah Bek ile Hindistan’a gider.
Halid, Hindistan’da Şah Gulam Ali ile tanışır. Şah Gulam Ali, Rabbani’nin izinden giden Müceddidi şeyhlerindendir.
Bu dönemde Hindistan Müceddidileri ülkeyi ele geçiren İngilizlerin güdümündedir. Halid Nakşibendi icazetini bunlardan alarak 1811’de memleketine döner.
Halidilik, esasen Kürt Nakşiliğidir ve İngilizlerin yön verdiği bir nevi Kürt tarikatına dönüşmüştür.
Osmanlı devleti içine sızarak Yeniçeri kırımını ve en önemlisi de Bektaşiliğin tasfiyesini gerçekleştirmişlerdir.
“Yeniçeri kırımı ve Bektaşi tasfiyesi için verilen fetva, Saray Camii’ndeki bir şeyhler toplantısında verilmişti. Bu kararın alınmasında en büyük çabayı Nakşi şeyhi ‘Kürt Abdurrahman Efendi’ sarf etmişti.
Şeyh Abdurrahman, günümüzde “İskenderpaşa Cemaati” olarak tanınan Nakşi kolunun kuran Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin mürşitlerinden.
Fakat şimdi de daha ilginç bir durum ortaya çıkmıştı. Halidiler devletin içinde devlet gibi bir hale gelmişlerdi. Önce iktidarla beraber hareket ederek, II. Mahmud’un yargıdaki güçlerini kullanmasına izin vermişlerdi.
Fakat şimdi iktidara ortak olmuşlardı ve bundan sonra ne yapacakları belli değildi. Acaba padişahı devirip yerine bir Halidi şeyhini mi geçireceklerdi?
Yaşanan olayların AKP ile FETÖ’nün askere karşı ittifakına ve sonrasında işin kendi aralarındaki bir çatışmaya dönmesindeki benzerliği korkunç derecede çarpıcıdır.”
…
Yukarıda “Haçlı-Siyasal İslam” terimi için bir tanımlama yapmıştık kısaca hatırlayalım:
Haçlı’dan kastımız elbette ki ‘batı sistemi’ ve ‘Anadolu’daki uzantısıdır. Bu uzantı, ‘Gaspçı-emperyal-Kilise’ geleneğinin eseri olan ve onunla iş birliği halinde olan, insana düşman her türlü ideolojilerle silahlanmış, örgütler ve organizasyonlardır.
‘Siyasal İslam’ı ise şöyle tarif ediyoruz:
10 Ekim 680’de, bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde cereyan eden “Kerbela Olayı”, İslam tarihinin siyasi anlamda en önemli kırılma noktalarından birini oluşturur. Birçok İslam düşünürüne göre gerçek İslam, Kerbela’da çöle gömülmüştür. Bundan sonra Emevîler’le devam eden İslam artık siyasallaşmış yani ideolojik bir iktidar aracına dönüşmüştür. İşte biz buna “Siyasal İslam” diyoruz.
Bu iki sapkın yapı, çarçabuk anlaşıp birleşmişlerdir.
Bu sebepten diyoruz ki; “Haçlı-Siyasal İslam” bireylerinin gönüllerinde vahdaniyet bulunmaz, bunlar kesinlikle şahsiyet, zat, ferdiyet, değildirler yani bireydirler. Çünkü kimliksizdirler, yürekleri ölü ve kirlidir, çünkü çok tanrılıdırlar. Temelde maddeye tapar güce inanır biteviye iktidarı isterler.
“Haçlı-Siyasal İslam” bireyleri asla iktidarsız yapamazlar. Çünkü iktidarın dışında kalmak demek onlar için yok olmak demektir.
Bu tez sadece Türkiye için değil bütün Türk dünyası içinde geçerlidir. Bu çerçeve içerisinde Kaya Ataberk’in tanıtmaya çalıştığım bu dört kitabı tam bir hazinedir:
“Gerçekte Nakşibendi-Halidi akımın, İngilizlerle ve Kürtçülükle bir arada ortaya çıkardığı bu siyasal İslamcılık, Osmanlı Devleti’nde doğmuş ve oradan Türkiye Cumhuriyeti’ne aktarılmış bir siyaset. Görüldüğü gibi de kökü tamamen Türkiye dışında, Kürtçü ve İngilizci.
Siyasal İslamcılığın Orta Doğu çapındaki en önemli bileşenlerinden ve kaynaklarından biri Nakşibendilik ise diğer kaynağı da Mısır’daki El Ezher Medresesi çevresidir.
Orta Doğu’da etkin olan ve buradan Filipinler’e kadar yayılan İslamcı hareketlerin neredeyse hepsinin kökeninde El Ezher çevresinde doğmuş olan Müslüman Kardeşler akımı var. Burada gelişen yeni dönem Selefiliği aslında birçok yönden ortak noktalarının olduğu Suudi Arabistan merkezli Vahhabilikle beraber bir başka akım oluşturdu. Bunlar da içlerinden birçok fraksiyonlar çıkardılar. Bölündüler, yeniden birleştiler, ittifaklar kurdular, çatıştılar vs…”
4- Yüzyıl Savaşları-Cumhuriyet ve Tarikat
Kaya Ataberk’in bu kitabında öne çıkan konu başlıkları:
– 31 Mart Olayı: Tarikatlar ve İleri-Geri Kavgasının Başlangıcı.
– Şeyh Sait İsyanı: Kürt Nakşiler Cumhuriyete Karşı.
– Cumhuriyet Tarikatları Kapatıyor.
– Şapka Devrimi, Gerici Tepki ve Laikleşme.
– Menemen Olayı: Nakşilerin Yeni Denemesi ve Sonrası.
Osmanlı, devlet olarak tarikatlarla uğraşması sınırlı idi; sadece onları disipline sokmaya çalışıyorlardı, zaten bundan fazlası olamazdı.
Bu durumu biraz açalım:
Orta Çağ batı toplumlarında en belirleyici kurum olan kilise ile devlet organizasyonu ayrı kategoriler üzerine yapılanmıştır.
Dini hiyerarşinin başı olan Papalık makamı, krallara taç giydirerek onları meşrulaştırdığı halde, kendisi hiçbir zaman siyasal otoritenin başı olmamıştır.
Bu konu çok önemli ve temel bir noktadır.
Şimdi Osmanlı siyasal sistemine gelince, bizim padişahlar hem siyasal egemenliğin hem halife olarak İslam’ın, yani Sünni inancın başı sayılmıştır.
Batı’yı ileri götüren din-devlet ayrışması, Osmanlıda olmamıştır.
Osmanlı siyasal sistemi dini devlet, devleti de din olarak algıladığı için, hayatın diğer alanları da dinsel kurallara göre şekillenmiştir.
Osmanlı devlet siyasetinde dinsel fetvalar belirleyici olmuştur.
Açık olarak söylemek gerekirse; toplumsal ve zihinsel yapımız atomlarına kadar dinsel referanslarla doluydu.
Bu kitapta bu konu daha farklı bir açıdan ele alınıyor:
“Tarikatlar meselesinin yansımalarından biri Osmanlı’da ortaya çıkan tarikat ve tasavvuf karşıtı İslamcılardı. Araplar arasında yayılan ve bugünkü Suudi Arabistan’ın mezhebi olan Vahhabîlik dışında da tarikatları zararlı bulan İslamcılar vardı.
Ama asıl tepki elbette Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin çağdaşlaşma taraftarlarından geliyordu.
Bunlar açısından tarikatlar, gericilik ve çıkar çevreleri haline gelmişti. Bu erken ve doğru bir teşhisti. Bir kısım radikal dışında bu teşhisi doğru tedavi önerisiyle yani tasfiyeyle sonuçlandıransa azdı. Genel yaklaşım, tarikatların ıslah edilmesi gerektiğiydi.
Tarikatları aslında kendilerine bağlı vakıflar etrafında kümelenmiş çıkar odakları olmakla suçlayanlar arasında, önde gelen Türkçülerden Ziya Gökalp de vardı. Eleştirisini şöyle ifade etmişti:
En azimli bir milleti bu bid’at
Kılmış böyle iradesiz kötürüm
Bizi derviş yapan değil tarikat
Ben tekkede mürşid, vakıf görürüm…”
Şeyh Halid; ‘İslam’ı bir ideoloji olarak ele almış, tekke ve medresenin bütün argümanlarını kullanarak örgütlü bir tarikat olarak yayılmasını gerçekleştirmişti.
Şeyh Halid, kendisine üs olarak Şam’ı seçmişti. Aslında burası Türk hacılarının, tüccarlarının geçtiği bir kavşak noktasıydı ve Halidilerin esas planı olan İstanbul ve Anadolu örgütlenmesi için bir sıçrama tahtası olacaktı.
Bu tarikatın öncelikle İstanbul örgütlenmesi ile günümüzde sosyal siyasetin içinde aktif olarak bulunması hiçte şaşırtıcı değil:
Şeyh Halid’in en önemli halifelerinden biri ve aynı zamanda Trablusşam Müftüsü olan Şeyh Ahmed-i Ervadi, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’yi (ö. 1893) kendine halife olarak belirlemişti.
Gümüşhanevi’nin İstanbul’a yerleşerek burada kurduğu Nakşi kolu bugün de Gümüşhanevi ya da daha çok bilinen ismiyle İskenderpaşa Dergâhı olarak bilinir.
Onun ardından gelen şeyhlerin hepsi çok meşhurdur: Abdülaziz Bekkine (Nurettin Topçu ve Necmettin Erbakan’ın da şeyhidir), Mehmet Zahit Kotku, Mahmut Esat Coşan ve Nureddin Coşan.
Tüm Millî Görüş hareketi (MNP, MSP, RP, FP, SP) ile AKP, bu tarikattan çıkmıştır.
Tarikatların ülke içinde böylesine dal budak salmaları toplumun mental/zihinsel çöküşüne sebep olmuştur…
Bu durum ise; insanların gayriye/başkasına bağımlılığı, tütün ve alkolden daha yaygın bir tiryakilik haline getirmiştir.
Bu bağımlılığın neticesi çok kötü olmuştur; sonuç olarak bu ülkede birine bağlı değilseniz, sizin fikirleriniz hatta bu dünyadaki varlığınız ciddiye alınmaz. Dahası, siyasetin ya da sosyal hayatın merdivenlerin çıkma şansı, birine bağlı değilseniz size hiç verilmez.Madde bağımlılığıyla bir kişiye bağımlılık aynı şeydir, lidere-şeyhe-reise bağımlılık da bilinci benliği iptal eder.
Bütün bunların sonucu olarak; Türk milletine ve devletine ait kurumları ortak-değerler açısından ‘yönetmeyi’ değil de ‘ele geçirmeyi’ ve ‘tahakküm etmeyi’ amaçlayan, tüm cemaatler, cemiyetler, partiler, etnik klanlar aynı zihniyetin çocuklarıdırlar.
Bunlar, kesin olarak; hain, alçak ve tehlikelidirler.