Türk halkı Suriyelilerin dönmesini istiyor
Tayyip Erdoğan’ın, muhalefete cevap vererek “Suriyeliler bizim misafirimiz. Biz onları geri göndermeyeceğiz.” demesi, göçmenleri kalıcı olarak görmediği için sabırlı davranan, iktidarın “ensar” söylemine çok da karsı çıkmayan AKP’ye yakın kesimlerde bile tepkiye sebep oluyor.
Geçtiğimiz günlerde Metropoll Araştırma Şirketi’nin yaptığı bir araştırmanın sonucu son derece dikkat çekici. Sonuçlara göre Türkiye’de seçmenlerin yüzde 82’si Suriyeliler evlerine dönmesini istiyor. AKP seçmeninin yüzde 85’i, HDP seçmeninin yüzde 88’i yine aynı şekilde Suriyelilerin dönüsünü destekliyor. Sadece MHP seçmeni yüzde 62’lik bir oranla Suriyelilerin kalmasını istiyor ve bu oldukça ilginç bir durum.
Sonuç olarak genele bakıldığında toplumun her kesiminde çok büyük bir ortak fikir oluşmuş durumda, bu yüzden de Erdoğan’ın göçmenler için yaptığı “Kalacaklar” tarzında yaptığı açıklamalar, toplumun her kesiminden büyük bir muhalefet görüyor.
AKP, Suriyelileri demografik dönüşüm için kullandı
Bu tepkinin iki temel sebebi var. AKP, Suriyelileri iktidarını sağlamlaştıracak, Türkiye’nin laik sosyolojisini değiştirecek “büyük demografik dönüşüm projesi” için bir fırsat olarak gördü. Genel nüfus içinde Türkler biraz daha “seyreltilecek”, ulus devletin temeli olan etnik yapı daha fazla erozyona uğrayacak, böylelikle imparatorluklara özgü ümmet toplumunun önü açılacaktı.
Suriye göçünün özellikle 2012 ve 2013 yıllarında olağanüstü derecede artması ve iktidarın da buna engel olmaması bir tesadüf değildi. Toplumsal olayların arttığı, Gezi’yi hazırlayan sürecin yaşandığı bir dönemde iktidar kendisine sonuna kadar sadık kalacak bir dayanak arayışı içerisindeydi. Arap Bahar’ının Türkiye’ye yansımasının yarattığı korku, Suriye’deki savaş ortamıyla birleşince sınırlar çok daha kolay açılmaya ve Türkiye’ye gelen Suriyeli akınının önündeki bütün engeller kaldırılmaya başlandı. Tahrir Meydanı’nda ve Sam’da atılan “Erdoğan” sloganları Türkiye’ye de taşınabilir miydi? İş çığırından çıktı, iç siyasette iyice yalnızlaşan iktidar, Suriyelileri gelecekte kullanabileceği bir dayanak haline getirmenin hesabını yapmaya başladı.
Daha o dönemde Suriyelilerin “kalıcı” olacakları biliniyor ama söylenmiyordu. İktidarının “geçici koruma” yalanının bugün açıkça ortaya çıkmış olması, Türkiye’nin gözünün içine baka baka tekrar edilen bir kandırmacanın artık gizlenmemesi, bunca senedir göçmen nüfusun yarattığı sorunları “tolere eden” kitleler açısından büyük hayal kırıklığı.
Türkiye artık Suriyelileri taşıyamıyor
İkinci olarak göçmenlerin sebep oldukları ekonomik ve toplumsal dönüşümün artık “taşınamayacak” düzeye gelmesi, “görmezden gelmekle” asılamayacak kadar büyük boyutlara varması da büyük bir tepkiye sebep oluyor.
Halkın genelinin sağduyusu ve suskunluğu, iktidarın Suriyeliler konusunu daha fazla suiistimal etmesine ve toplumun üzerine binen yükün her geçen gün daha fazla artmasına neden oldu. Bugün itibariyle Türkiye mültecilerin Batı dünyasına gitmek için geldiği, sadece Suriyelilerin değil Afganların da istasyon olarak kullandığı “ana istasyon” olarak tanımlanan bir ülke haline geldi. Bu büyük yığılmanın tüm faturasını halk hep birlikte ödüyor.
Göçün başladığı ilk dönemlerde çoğunlukla çadır kentlerde yasayan Suriyeliler, bir süre sonra özellikle büyük şehirlere dağılmaya başladı. “Gettolaşma” biçiminde kentlerin belirli semtlerinde yaşanan bu süreç, varlığını uzunca bir süre hissettirmedi.
Bir sonraki aşamada bu gettoların sayısı hızla arttı ve büyük şehirler “kuşatıldı”. İktidarın önlemi, Suriyelileri laik nüfusun yaşadığı yerlerden uzak tutmak ve oluşabilecek tepkiyi biraz daha zamana yaymak oldu. Suriyeliler, uzunca bir süre laik kesimin varlığını haberlerden bildiği ama temas etmediği, AKP’ye yakın kesimlerin de “ensar” söylemiyle destek olmaya çalıştığı bir kesim olarak kaldı.
Bu yüzden de Suriyeliler toplumun geneli için uzunca bir süre varlığı bilinen ama sayısal olarak ne kadar kalabalık oldukları anlaşılamamış, kalıcı olarak düşünülmeyen; pek de üzerinde endişe duyulmayacak bir topluluk olarak yaşadılar. Ne de olsa “geçici koruma” statüsündeydiler ve elbette bir gün evlerine döneceklerdi. AKP iktidarı, toplumun bu “rahatlığını” fazlasıyla sömürdü.
En son gelinen nokta ise çadır kamplarının tümden kapanması ve Suriyelilerin ticari hayata dahil edilmesi oldu. Artık AKP’li esnaf ve müteahhitler açısından göçmenler; sigortasız olarak çalıştırılan, günlük yevmiye usulüyle emeğin ücretini düşüren bir yedek işgücü deposu haline gelmiş oluyordu.
Böylece çok kötü koşullar altında olsa da çalışan Suriyeliler artık çeperlerden çıkıp şehir yaşantısına dahil olmaya ve sosyal hayatta varlıklarını hissettirmeye başladı. Vatandaş artık Suriyelilerle daha sık karşılaşıyor ve etkileşimin artması sorunları da beraberinde getiriyordu.
Her ne kadar iktidar medyası tarafından sürekli olarak “mağdur ve mazlum Suriyeliler” tablosu işlense de, sokaktaki vatandaşın yaşadığı gerçek giderek farklılaşıyor ve endişeler giderek artıyordu. Özellikle sosyal medyada yayınlanan videolar, durumun farklı bir noktaya evrildiğini ortaya koyuyor ve bu videolar milyonlarca kişi
tarafından izleniyordu.
İçerisinde hiçbir kadının bulunmadığı kalabalık Suriyeli grupları gösteren bu videolarda zaman zaman Suriye bayrakları açılıyor, askeri kamuflaj kıyafetleriyle paylaşımlar yapılıyordu.
Entegrasyon ne anlama geliyor?
Suriyelilerin, Türkiye’ye entegrasyonu tartışmaları böyle bir dönemde gündeme geldi. Özellikle, Avrupa Birligi’ne yakın gazeteciler ve akademisyenlerin oluşturduğu bir çevre, Türkiye’de mültecilere yönelik “kötü muamele” olduğu propagandasını yapıp, devlete Suriyelileri topluma entegre etme çağrısında bulundular.
Avrupa’nın en büyük korkusunun sınırların açılması ve Türkiye’de bulunan mültecilerin batıya doğru harekete geçmesi olduğu düşünüldüğünde, yapılan “entegrasyon” çağrılarının sebebi de gayet açık biçimde ortaya
çıkıyordu.
Kimi sosyalist kesimler de Suriyelilere yönelik oluşmaya başlayan tepki üzerinden Türkleri ırkçılıkla suçlayan bir kampanya başlatarak, süreci bir “fırsata” dönüştürmeye, bir örgütlenme alanı yaratmaya çalıştı.
İktidarın bizzat başlattığı ve organize ettiği; iktidara muhalif liberallerin desteklediği, bazı sol kesimlerin de ideolojik argümanlar üreterek destek oldukları “Suriyeci” bir koalisyon bu şekilde ortaya çıktı.
Irkçılık suçlaması aslında neyi gizliyor?
Burada entegrasyon ve topluma yönelik “ırkçılık” suçlamasını da tartışmak gerekiyor. Özellikle Almanya’daki Türkler örneğini vererek Suriyelilerin varlığını kabul etmemizi isteyen kesimler, Türkiye’de yasayan Suriyeli nüfusun “entegrasyon” gibi bir amacının olmadığını, Suriyeli nüfusun istediği asıl şeyin Türkiye içinde geniş kalabalıklar halinde yasayacakları “özerk kantonlar” olduğunu görmedi.
Suriyeliler içinde böyle bir ortak siyasi örgütlenmenin olmadığı itirazı yapılabilir. Ancak Suriyeli nüfusun kendisi varlığı itibariyle doğal bir siyasi örgütlenmedir. Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın çokça tartışılan açıklamalarında belirttiği gibi, Suriyeli nüfus artık zenginleşmiş, toprak satın alan ve Türkiye’nin her yerinde ticari bağlar kuran bir konuma gelmiştir.
Para ve nüfusun bilesimi ise Suriyeli nüfusun “misafir” olmaktan çıkması ve kalıcı hale gelmesidir. Almanya’daki Türkler örneği ise gerçeği saptırmaktır. Türkler, Almanya’ya “davet üzerine” gittiler. Türk Devleti, Almanya’ya giden vatandaşlarına bir talimatname vererek uymaları gereken kuralları açıkça ortaya koydu. Almanya ve Türkiye’nin bir sınırı olmadığı için de Türklerin olabilecek siyasi örgütlenmelerinden dolayı herhangi bir endişe duyulmamıştır.
Suriyelilere yönelik ırkçı bir tepki var mı?
Suriyelilere yönelik bir “ırkçılık” tartışması da gerçekçi değildir. Örneğin bazı kesimler Altındağ olaylarının ardından “pogrom” kelimesini kullanarak, göçmenlere yönelik açık bir nefret ve katliam girişimi olduğunu dile getirdi.
Oysa gerçek farklıdır. Altındağ olayları Suriyelilere yönelik bir şiddet olayı olarak kabul edilse bile, olayın çıkma sebebi Suriyeli olmayan bir gencin bıçaklanarak öldürülmesidir. “Nefret” toplumda kabul gören ortak bir hissiyat olsaydı, Altındağ olayları Türkiye’nin her yerine kolaylıkla sıçrayabilir, önünde de hiçbir güç duramazdı. Bu tarz olaylar, vatandasın “ırkçı” olduğunu değil, “ırkçı” olmadığını ispatlıyor.
Türk halkı her şeye rağmen, Suriyelileri yardıma ihtiyacı olan insanlar olarak gördü ve desteğini de uzunca bir süre esirgemedi. Ancak Suriye’de savasın bitmesiyle, misafirliğin bittiği düşüncesinin oluşması gayet doğal. Böylesine bir tablodan, “ırkçılık” teorileri üretmenin arkasında farklı siyasi stratejiler yatıyor.
Bazı kesimlerin “Suriyelileri gönderemeyiz” derken korktukları nokta özellikle Kuzey Suriye’de Kürtlerin el koydukları bölgelerde yasayan Suriyelilerin geri dönme ihtimalidir. Dertleri Suriyelilerin daha iyi koşullarda yasaması değildir, Suriye Kürtlerinin bölgede kurdukları özerk yapının devam etmesidir.
Bölgedeki tüm siyasi güçlerin bir hesabı var. Ancak gerçek su ki, AKP iktidarın Suriyelileri toplum mühendisliği yapmak adına kullanmaya çalışması Türkiye’nin önüne çok büyük bir sorun bıraktı. Böylesine büyük bir sorunun bir anda çözülmesi mümkün değil. Ancak Türkiye açık bir irade beyanı ortaya koymalı ve sürecin gidişatı konusunda net olmalı.
“Suriyelilerin Türkiye’den gitmesi” Suriyeliler açısından zor olabilir ama “Suriyelilerin Türkiye’de kalması” da Türk halkı açısından sıkıntı yaratacak boyutlara varmış durumda. Milyonlarca insanın geri dönmesi çok büyük sıkıntıları elbette getirecektir ama Suriyelilerin Türkiye’de kalması toplumsal gerilimin çok daha büyük boyutlara varmasına da sebep olacak.
Meseleyi “zorluk” üzerinden değil, “doğal” olan üzerinden konuşmak gerekiyor. Erdoğan’ın geçmişteki siyasi hesaplarının faturasının ilelebet ödenmeyeceğinin söylenmesi bir zorunluluk.
Hiç kimsenin sıkıntı çekmeyeceği ve herkesin mutlu olacağı bir çözüm artık mümkün değil. “Davulla zurnayla” gidip gitmemek Suriyelilerin kendi kararı ancak burada “ev sahibi” olma fikrinin ancak bir “hayal” olabileceğinin somut biçimde gösterilmesi gerek.