‘Sömürgeleşme cehaleti’ mi, (o da nedir?) diye soran gençlere, Mimar ve Uygarlık Tarihçisi Prof. Dr. Doğan KUBAN’ın (1926 – [22.09.]2021) sözleriyle, şöyle bir açıklama yapalım: “Kirli bilgiyle yıkanan bir toplumuz. Saptırılmış bilginin aktörleri o denli bizden görünüyorlar ki, 1920 ile 2000’ler arasında Kurtuluş Savaşı, Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti, Türk ulusu hakkında (..) okuduğumuz (..) ve hikâyelerini babalarımızdan, dedelerimizden dinlediğimiz ve tanıkları yaşayan bir tarih, tümüyle kötülenen bir sistematik sökme kampanyasının konusu yapıldı. ‘Yalan’la yaşıyoruz (..).(..) Bu kadar açık ve yoğun bilgi kirletme sistematiğini Türkler keşfetmedi. Savaşı yapan ve yaşayanların çocukları yaşarken bu tarih sökücüleri nereden çıktı? Yanıtı açık: Bugün yurtdışında kimler Türkiye Cumhuriyeti’ne, Atatürk’e, laikliğe karşı ise (..) Türkiye’deki söylemi de onlar yönlendiriyorlar. Bu yeni mandacıların kir söylemini arıtmak zorundayız. (..) Türkiye ‘Aydınlanma iyimserliği’ne 1923’ten 1939’a kadar süren bir dönemde bütün dünya ile birlikte katıldı.(..) 1983’ten bu yana kirlenme çağını yaşıyoruz.(..) İslam dünyası dışında din devleti yoktur. Türkiye ise İslam dünyasında tek reformu gerçekleştiren ülkedir. Onun için İslam ülkelerinin en önündedir. Şimdi Türkiye’yi de laik olmayan İslam’a itiyorlar. (..) Çağdaş olma ve İslam’ı ayrı kefelere koyanlar Batılılardır.(..) Biz Hıristiyan AB’ye değil, laik AB’ye üye olmak istiyoruz!” (Bkz.: Prof. Dr. Doğan KUBAN, Çağdaşlaşma Sancıları [3. Baskı], İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, Haziran 2011, ss. 18-19.)
1976’dan beri (Federal) ‘Alman Şark Enstitüsü’ Müdürü olan (Hamburg Üniversitesi’nden) Dr. Udo Steinbach’a göre, 12 Eylûl 1980 (Amerikancı) Askerî Darbesi’nin Lideri Kenan Evren’in “Kemalizmle İslâm’ı birleştirme” çabalarını, 1980’li yılların (ANAP Lideri olarak) 45. ve 46. T.C. Hükûmetleri’nin Başbakan’ı ve 1989’daki T.C. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, “Kemalizm’e biraz Müslümanlık katma” çabalarıyla sürdürmek istemiştir. Son çözümlemede, birbirlerinden, ‘AB-D’ci anti-Kemalist’ politikaları izleme bakımından farkları yoktu, ama genel bir izlenimle, Evren, ‘en çok Atatürkçü’, Özal ise, ‘en az Atatürkçü’ olarak kabul gördüler, denebilir… (Bkz.: [21 Mayıs 1989 tarihli ‘2000’e Doğru’ dergisinden alıntılayan] Erbil TUŞALP, Şeriatı Beklerken, İstanbul: Papirüs Yayınları, Haziran 1996, s. 123.) Steinbach ise, Atatürk’ü hâlâ, ‘Kurtuluş Savaşı’ndan gelen karizma ve diktatöryel güç bileşimini, 1920’li yıllarda uygulamaya geçirmiş bir güç-düşkünü lider’ olarak görmeye ve göstermeye çalışmaktadır?! (Bkz.: Prof. Udo STEINBACH, Geschichte der Türkei (3. Auflage), München: Verlag C.H. Beck, 2003, s. 33.)
Prof. Doğan Kuban Hoca’nın ‘kirlilik’ dediği; Kemalist Cumhuriyet’in aydınlanma süreci tarihini yok sayıp, unutturmak girişimidir! Ayrıca, (AB-D gibi) Batılı Emperyalizm’in bir türlü hazmedemediği (ve kendi yenilgisi anlamına gelen!) “TÜRK Kurtuluş Savaşı ve Lozan Antlaşması” travmasını atlatamayışının bedelini, Türk ulusuna ödettirmek için kalkıştığı siyasal, ekonomik ve de toplumsal-ruhsal hamlelerin tümüdür! Bu kirlilik, Batılı ve (bunun yanısıra Rusya, Çin gibi) Doğulu Emperyalizm tarafından, aslında (o İslâmî dünyada kötü rol-model olmasından ötürü!) Türkiye’yi hedeflemekle birlikte, uygulama sahasını, tüm İslâm ülkelerine yaymaya çalışanların ortaklaşa eseridir! (Türkiye’deki) FETÖ gibi, (1966 – [15-16 Temmuz] 2016 yılları arasındaki) Türk ordusu ve polis örgütündeki devasa devşirme ölçekli ve de askerî kalkışma ve isyan boyutlarına erişen bir anti-Kemalist, Türk-karşıdevrimcisi uğursuz oluşum, ancak AB-D’nin istihbarat servislerinin küresel örümcek ağlarında dokunabilirdi?! Nitekim öyle de olmuştur… Rusya’nın ve Çin’in FETÖ’ye (ya da bir başka Batılı Emperyalist silâh olarak PKK’ya, PYD-YPG’ye) karşı tavır-alır görünmeleri, (AB-D’ye karşı) güncel ve tarihsel koşullardaki siyasal konumlanmalarından ötürüdür! Yoksa, onların da, kendi yararlarına gördükleri çerçevelerde ve sonul planda, Kemalist Türkiye’nin geriletip, çökertilmesi uluslararası projesine destekleri, hiç de azımsanacak boyutta değildir!
Cehaletin derinleştirilmesi
2007-2012 yılları arasında, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’nin, Fetullah Gülen (Hizmet) Hareketi ile birlikte formülleyip, (polis örgütünü ordu karşısına konumlayıp!) kotardığı ‘Türk Silâhlı Kuvvetleri (TSK) = (Kemalist ve Vesâyetçi) Terör Örgütü’ denkleminin gereği ve süreği olan “Ergenekon” ve “Balyoz” Dâvâları ile, (Türk Ordusu’nun) Genelkurmay Başkanı’nın bile ‘terör örgütü başı’ olarak tutuklanmasına varan ‘kafeslemeci’ (kumpasvâri) girişimler, Türk ve dünya tarihinin görmediği çaptaki oluşumlardır! (Bkz.: Bekir ÖZTÜRK, Made in CIA: Polis Darbesi [3. Baskı], Ankara: Altınpost Yayıncılık, Eylûl 2014, özellikle ss. 431-439.) Haa, belirtelim ki, TSK’nin göçertilmesinin; ‘Amerikan güdümünden çıkan Millî ve güçlü orduya karşı, alternatif bir polis teşkilatını kurmayı ve bunu ılımlı ve Amerikancı İslamcılarla doldurmayı ve ordu-polis çatışması gibi bir kaos ve kavgayı başlatmayı amaçlayan, Emniyet’teki “Süper NATO” örgütlenmesi’ ile, 1980’li yıllarda, Özal yönetiminde başla(tıl)dığını savunan görüş sahipleri de vardır… (Bkz.: Bekir ÖZTÜRK, Küresel Kukla AKP: Bir Amerikan Projesi, Ankara: Altaylı Kitap, Mart 2016, s. 298.) Kuşkusuz ki, bu görüş sahipleri haklıdırlar… Yine (sapkın!) ‘Nurcu’ Gülen Hareketi’ne 1966 yılında katılıp, 35 yıl Fetullah’ın başyardımcısı konumunda çalıştıktan sonra, onlardan kavgayla ayrılan ve Fetullah’ı Türk toplumuna açıklayan Nurettin Veren’e göre, FETÖ, tüm dünyada 300’ü aşkın okullara sahip, ABD’nin CIA örgütünün korumasında ve hizmetinde, toplamda 300-400 milyar doları denetleyen bir şirketler ağı kurmuş olan tehlikeli küresel bir örgüttür! (Bkz.: Hikmet ÇETİNKAYA, Fethullah Gülen’in 40 Yıllık Serüveni – 2, İstanbul: Günizi Yayıncılık, Nisan 2005, ss. 9-79.)
FETÖ’nün yaklaşık 40 yıllık oluşum serüveni sürecinde, Türkiye’de, TSK’nın, polis örgütünün, ‘Mülkiye’ gibi üniversitelerin öğrenci kadrolarının; sınav usûlsüzlükleri, soruların çalınması ve belli kişilere/kümelere (kopya) verilmesi yoluyla, o kişilerin oralara yerleştirilmeleri ve sonucunda da, Türk güvenlik kuvvetleri ile bürokrasisinde, gerici, yobaz, saltanatçı-hilâfetçi ve emperyalizm işbirlikçisi bir kadrolaşmaya zemin hazırlanmıştır! Plana göre, bu (seçilmiş) kadrolar, (yeniden) sömürgeleşmenin altyapısını oluşturacaklardır?!
İşte 21. yüzyıla bu şekilde, anti-Kemalist, karşı-devrimci, İslâmcı, dinci, gerici, şeriatçı, hilâfetçi-saltanatçı, Arapçı ve de işbirlikçi siyasî kadro(lar) yönetiminde talihsiz bir giriş yapan Türkiye, şimdi, Kuban Hoca’nın, ‘21. Yüzyıl Cehaleti’ dediği bir oluşumu, hem de iliklerine kadar yaşamaktadır! Bu tanım, kısaca, ‘bilim ve teknolojide toplumsal yetersiz bilgi, bilgi kıtlığı’dır… 1995 yılında, o zamanki UNESCO Başkanı (jeolog) Federico MAYOR ve (jeofizikçi) Augusto FORTY’nin, birkaç arkadaşlarıyla birlikte yazdıkları ‘Science and Power’ (‘Bilim ve Güç’) adlı kitapta, 21. yüzyılın ortalarında oluşabilecek ve İslâm ülkelerine yönelecek yeni ekonomik sömürge çağının altyapısının, bu ülkelerin bilimsel ve teknolojik geriliklerinin sonucu olacağı belirtilmektedir…
(Bu kitaptan yola çıkan) Prof. Kuban’a göre: “Türkiye insanı ortalama 10 yılda bir kitap okuyor, günde 5 saat televizyon seyrediyormuş. Japonya’da ise kişi başına yılda 25 kitap okunuyormuş. (..) Türkiye bir mucizeyi gerçekleştirip okuyup öğrenmeden müthiş gelişiyor. Borcu kabarıyor, dolar milyarderi yetiştiriyor, gökdelen yapıyor ve neredeyse her şeyi ithal ediyor. Böyle bir ekonominin işleyişini ve sanayileşmenin doğasını ancak iyi saatte olsunlar bilebilir. Bu cehalet sorununu serbest ticaretin (liberal ekonominin) çözmeyeceği de açık. Cahil bir ülkenin sadece ucuz işçiliğe (son günlerin ‘Çin modeli’, Ö.B.), sıcak paraya, faize, kötü eğitime, palavraya ve televizyon seyirciliğine dayalı bir örgütlenme şansı, hele ‘özgürlük kültürü’ yoksa, olanaksızdır. Son kriz bu bağlamda aydınlatıcıdır. (..) Çağımızın en önemli sorunu ‘bilimsel okumamışlık’tır. (Scientific illiteracy) (..) Sürdürülebilir kalkınma programlarında yeterli bir eşiğe gelmenin ilk koşulu, yetişmiş insan gücünün kritik bir büyüklüğe erişmesidir. (..) İngilizce dilli vakıf üniversitesi bilim adamı, mühendis yerine işletmeci yetiştiriyorsa, bu sadece milleti ‘işletmek’ anlamına gelebilir. Türkiye henüz kaç biyo-teknolog, kaç enerji uzmanı, kaç jeolog, kaç elektronik uzmanı, kaç doğa bilimci, kaç matematikçi ve kaç ‘imam’ yetiştireceğini anlamamış bir ülke. İşletmeci-imam, yakın geleceğin okumuş prototipi olarak hazırlanıyor. Türk toplumu cyberspace ve nano-teknoloji dünyasında çağdaş Cro-magnon kuşağı (yaklaşık 40 bin yıl önceki, Avrupa’da görülen, gırtlak / konuşma genindeki mutasyonla konuşabilmeye başlayan insan soyu, Ö.B.) olarak arz-ı endam etmemeli!” (Bkz.: Prof. KUBAN, Çağdaşlaşma Sancıları (..) a.g.y., ss. 259-263.)
Son on yıldaki yurtdışına (özellikle de Almanya’ya) tıp doktoru göçünün, 2012’deki 59 kişiden, 2021 sonunda 1.400 kişiye (24 katına) ulaşması olgusunun da gösterdiği üzere, Türkiye, neliklerle yetişmiş insangücünü de artık, dışarıya, ‘yaban’a kaptıran bir ülke konumuna düşmüştür?! (Bkz.: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/yurtdisina-doktor-gocu-meselesinde-tablo-cok-kaygi-verici-41965994; erişim: 11.01.2022.) Bu çok kaygı verici bir durumdur… Bu durumdan hiç de gocunmayan (Seçilmiş) Cumhur-Başkan(ı) Erdoğan, 15.10.2021 tarihinde düzenlenen bir ‘İmam-Hatipler Sempozyumu’nda, (neredeyse ‘lâik eğitimden vazgeçerek?!), ‘dinci, dindar ve kindar nesiller eğitimi’ne verdikleri önemi, (‘biz işimize bakacağız!’ deyip) şunları da ekleyerek, belirtmektedir: ‘Bu hikaye, azgın azınlığın kışkırtmalarına rağmen demokrasiden ayrılmayan sessiz çoğunluğun da hikayesidir. Baskıya, zorbaya, siyasi şiddete maruz bırakıldık.(..)(..) Taksim’e gezicilerle yürümek suretiyle çılgınlıkların en alçakçasını yaptılar. 17/25 Aralık’ta meşru hükümeti devirmeye çalıştılar. Bu saldırıların tamamını püskürttük. 28 Şubat döneminde kapılarına kilit vurulmak istenen bu okullar hamdolsun bugün ülkemizin en çok tercih edilen eğitim kurumları arasında yer alıyor. Bu okullarımızda okuyan evlatlarımızın sayısı bugün artık 1 milyon 415 bine ulaştı.(..) Bu okullar özgün eğitim modeliyle İslam alemine güzel bir örnek oluşturuyor!’ (Bkz.: https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/erdogan-imam-hatip-okullari-sempozyumunda-dinsiz-ucube-nesiller-isteyenler-1877043; erişim: 11.01.2022.)
Siyasî yaşamında: ‘Türkiye’de yaşayanların %99’u Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman %99’un elhamdülillah şeriatçıyım demesi de lâzım. Ben elhamdülillah şeriatçıyım. Şeriat İslam demektir, Allah’ın kuralları demektir!’ (20.11.1994); ‘Bale için finansman ayırmam. Çünkü bana oy verenlerin tercihine saygı duymak zorundayım!’ (08.01.1995); (Gülersoy’un yönetimindeki, Ö.B.) ‘Turing’den aldığımız yerlerde içki içilmesine izin vermeyeceğiz!’ (08.01.1995); ‘Ben İstanbul İmamı’yım! Siz imam denilince, camide namaz kıldıran insan zannediyorsunuz. İslami terminolojide imam, idari yetkinin elinde olduğu insandır. Çünkü imam önderdir, liderdir, rehberdir. Şimdi biz burada bir önderiz, idareciyiz!’ (Hürriyet, 08.01.1995); ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ortaya çıkan imam hatip ve normal okul ayrımını, eğitim-öğretim çatışmasını ortadan kaldıracağız!’ (08.10.1994) şeklinde sarfettiği ‘açık ve net’ sözlerle tanınan Erdoğan’ (bkz.: Tuşalp, Şeriatı Beklerken (..) a.g.y., ss. 39-67), şu andaki ‘Cumhur-Başkan(ı)’ konumuyla (ki yukarıda değinilen kendi yürüttüğü mantığına göre, ‘Türkiye’nin İmamı’ yakıştırması yapılabilir?!), İmam-Hatipleri, Türkiye ve dahi İslâm dünyasına örnek bir ‘dinci-şeriatçı eğitim’ modeli olarak yerleştirmeye çalışmaktadır!
Anımsanacağı üzere, 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Millî Güvenlik Kurulu’nda, ‘irtica’nın, toplumun gelişmesinin ve güvenliğinin önüne önemli bir engel olarak çıktığı saptanmış ve (53. T.C. Hükûmeti Başbakan’ı) Mesut Yılmaz yönetiminde, 16.08.1997 tarih ve 4306 sayılı yasayla, ‘sekiz yıllık kesintisiz öğretim’ düzenlemesi getirilmiş ve İmam-Hatip Liseleri’nin orta kısımları kapatılmıştır. Gerçi Hükûmet, bu yasanın çıkışından sadece 2 gün sonra, TBMM iradesini hiçe sayıp, ‘Kur’an Kursları Yönetmeliği’ni değiştirerek, yasanın kesintisizliğine gölge düşürmek becerisini de gösterebilmiştir?! (Bkz.: Mustafa GAZALCI, Aydınlık İçin: Laik Eğitim, Ankara: Özkan Matbaası, Ekim 1998, s. 213.) Bunun öcünü almak isteyen (‘kindar ve dindar’) AKP lideri Erdoğan ise, 30.03.2012 tarih ve 6287 sayılı yasayla, ‘4+4+4’ denilen dizgeyle, ilkokul, ortaokul ve liselerin 4’er yıl zorunlu olmaları düzenini getirmiş ve böylece, İmam-Hatip Liseleri’nin ortaokul bölümlerini, tekrar açmıştır! Bir yanda İmam-Hatipleşme ve ders kitapları ile (lâik) müfredatta ‘muhafazakârlaşma’ (sonuçta devlet okullarında niteliksizleşme, dinci eğitim ve müfredatın içinin boşaltılması!) sürecine hız veren AKP yönetimindeki ‘Millî (?!) Eğitim Bakanlığı’, diğer yanda da, (önceleri FETÖ’nün doldurduğu) milyarlarca liralık (eğitimde yüzde sekize ulaşan) bir (velilere destek teşvikli) ‘özel eğitim pazarı’ yaratmıştır! (2016-2017 öğretim yılındaki özel okul sayısı, 7.893 olmuştur…) Bugün büyükşehirlerde, özel okulların fiyatları, yıllık öğrenci başına 20 bin liradan 100 bine kadar çıkabilmektedir! 2012-2013 öğretim yılında özel okullarda okuyan öğrenci sayısı 544 bin iken, 5 yıl sonra, 2017-2018’de bu sayı 1.3 milyonu bulmuştur! Dengesizce büyüyen özel okul piyasası, yine yoksul vatandaşlarımızı vurmuştur. AKP yönetimi devlet okullarının niteliğini yok ederek, insanları özel okullara zorlamış; parası olmayan yoksul kitleler ise, mecburen niteliksiz eğitimi ya da İmam-Hatip’i seçmek durumunda kalmışlardır! (Bkz.: Mert TAŞÇILAR, Dindar ve Kindar: Milli Eğitimin İflası, Ankara: Galeati Yayıncılık, Ocak 2020, ss. 124-127.)
Bugün için, 374 adet ‘Anadolu Lisesi’, 320 adet ‘Fen Lisesi’ne karşılık, (2020’de 507 iken, 2021’de) 641 adet ‘İmam-Hatip Lisesi’ açılmış bulunmaktadır?! İmam-Hatip’lerin beşte biri, üç büyük kentimizdedir. 81 ildeki en çok İmam-Hatip, 126 adet olarak, İstanbul’dadır! (İzmir’de 24 adet, Ankara’da ise 36 adet İmam-Hatip bulunmaktadır…) (Bkz.: https://www.birgun.net/haber/meb-in-onceligi-yine-imam-hatip-350543; erişim: 12.01.2022.)
Bu (İmam-Hatip’lerde ve dinci Cemaatler-Vakıflar özel okullarında) dindar ve kindar olarak yetiştirilmeye çalışılan neslin bir temsilcisi olan, Elâzığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi (20 yaşındaki) Enes Kara, arkasında, (gördüğü dinci eğitim ve cemaat zorlamalarından şikâyetle, umutsuzluk, karamsarlık ve geleceksizlik duygusuyla yüklü bir) intihar notu bırakarak, daha dün, yaşamına son vermiş bulunmaktadır?! (Bkz.: https://www.medimagazin.com.tr/guncel/genel/tr-20-yasindaki-tip-ogrencisi-geride-mektup-birakarak-intihar-etti-11-681-98858.html; erişim: 11.01.2022.) Bu trajik durum, Türk gençliğinin 21. yüzyılbaşı eğitimindeki kara bulutların ne derece bir vahametle yoğunlaştığını göstermektedir?! Gökyüzümüz, Enes’lerin solan yüzleri ile kararmıştır!
İntihar etme vahametine sürüklenmiş bulunan ‘AKP gençliği’nin oluşumunda, AKP yönetiminin izlediği ‘yeni insan tasarımı’nın payı vardır. Bedri Baykam’a göre, AKP’nin yaratmaya çalıştığı ‘yeni insan’; ‘post-Osmanlı ve Arap kültürünün bileşkesi’ olması hedeflenen bir ‘ucûbe’dir?! Bu ‘yeni insan’, doğaldır ki (AKP’nin) ‘yeni Türkiye’sinin ürünü olacaktır! Bu ana tasarımın özellikleri arasında, ‘özgürlüksüz (ileri) demokrasi’, ‘evrimsiz bilim’, ‘suçsuz ceza’, ‘muhalefetsiz basın’, ‘alkolsüz eğlence’ (helâl eğlence?!), ‘vücutsuz moda’, ‘Sanat Kurum’suz sanatçı’, ‘düşüncesiz insan’ ve ‘felsefesiz müfredat’ gibi özellikler sayılabilecektir?! Yine Baykam’a göre, AKP’nin bu yaşam tarzı dayatmalarını yapacak yüzü bulmasının en önemli nedeni, ‘Sosyal Demokratlar’ın ve STK’ların, “Aman içkiyi savunuyor görünmeyelim ayyaş derler, aman mini etek savunmayalım sapık derler!” şeklinde tüm muhafazakâr yaşam diretmelerine boyun eğmeleridir!’ Bu gidişat sonucunda hesaplanan (ve de geri teperek, Türk halkının devrimci ruhunu canlandırması beklenen!) senaryo, ‘2030’da Afganistan’ımsı bir Türkiye’ye ulaşmak?!’ olmalıdır?!! (Bkz.: Bedri BAYKAM, ‘Tek Adam Diktasına: Hayır’, İstanbul: Piramid Yayıncılık, Nisan 2017, ss. 45-50.)
Cehaletin Gülersoy özelinde yenilmesi
Gülersoy ailesi, Cumhuriyet’in 10. yıl kutlama şenlikleri sırasında (1933’ün 29 Ekim’inde) gelir, İstanbul’a… Önce Kariye’ye yerleşen aile, 1934’te, daha sağlıklı ve havadar bir semt olan Beşiktaş- Yıldız’a taşınır. Posta Caddesi’ndeki 3 katlı bir Ermeni evinin ilk iki katına yerleşir(ler). Çelik, daha 4 yaşındayken, bu evde, ablasından öğrenip, okuma yazmayı söker… Öylesine erkencidir! 1935 yılında, bu evden de, kirasının aile bütçesine fazla gelmesi nedeniyle, taşınırlar; Ihlamur’a daha yakın bir konumda bulunan, Sultan Abdülhamid’in Seraskeri Rıza Paşa’nın konağının yanıbaşındaki dört adet sıra evden birisine (iki katlı, taş bir yapıdır) yerleşirler. Bu yılın 20 Kasım’ında, Çelik’in babası Âkif Bey, mide kanaması nedeniyle vefat eder. Geride, dul anneyle, Çelik ve üç kardeşi kalacaktır. Aile, uğursuz olduğuna inandıkları bu evden, 1936 yılında, ilk oturdukları Yıldız-Posta Caddesi’nin biraz yukarısındaki bir konağın giriş katına taşınır. Bu ev de, Abdülhamid devrinden kalmadır ve sarayın göz doktoru Sait Paşa’ya aittir. Evin arkası bomboş arazidir; kocaman bir bahçesi vardır. Yine evin üst katından, karşıdaki Üsküdar, Boğaziçi’nin başlangıcı, Kız Kulesi ve Topkapı Sarayı görülmektedir. Küçük Çelik, 6 yaşından 12 yaşına dek, bu evde, böyle bir mekânsal atmosferde yaşamıştır. (Bkz.: N. Özlem ÇUHADAR, Çelik Gülersoy: İstanbul’a Adanmış Bir Hayat, İstanbul: İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, Aralık 2006, ss. 20-21.)
Çelik Gülersoy, ilk, orta ve lise öğrenimini, İstanbul’un tarihsel ortamında yapmıştır. Çocukluk yılları olan 1930’lar ve 1940’lar, Kemalist Cumhuriyet’in coşkulu kuruluş yıllarıdır, aynı zamanda… O çocukluk günleri, büyük konağın çevresindeki bomboş, ıssız ve yemyeşil bir arazinin içinde geçmekte; gündüzleri oynanan oyunları, akşam saatlerinin sessizliği, huzuru, hüznü ve romantizmi izlemektedir… Gülersoy, o günleri anılarında şöyle betimlemektedir: ‘Tertemiz giyiniyoruz. Pavyonun ön parmaklığını örten yaseminlerden beyaz çiçekleri, özenle ezmeden avuçlarıma doldurup, çamların yeşil iğneli dalcıklarına takıyor ve neftî üstünde beyazlar titreşen böyle buketler yapıp, hayran olduğum ablama sunuyorum!’ (Çuhadar, Çelik Gülersoy(..) a.g.y., s. 22.)
Bu ifâdelerden, Gülersoy’un daha ilk çocukluk yıllarından başlayarak, huzur – hüzün ve romantizm sarmalında büyümüş olduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı, Tanpınar’ın ‘Huzur’unun çocuk Mümtaz’ı gibidir… Mümtaz da babasını, düşman işgâli sırasında (hedef şaşırmış) bir Rum kurşunuyla kaybetmiş olarak, annesiyle birlikte, memleketleri S…’den Antalya’ya gelir ve burada, Akdeniz’i tadar: ‘Burası Akdeniz’di. Mümtaz, Akdeniz’in ne olduğunu, nasıl bir hayat rahatlığıyla insanı kavradığını, güneşin, berrak havanın, ufkun çizgisine kadar uzanan ve her dalgayı, her kıvrımı kendi kenarlarıyla göze nakşeden sarahatin insanı nasıl terbiye ettiğini, ruhumuza nasıl doğduğunu, hülasa üzümle zeytini, mistik ilhamla vâzıh düşünceyi, en çetin ihtirasla ferdî huzur endişesini el ele yürüten tabiatın mahiyetini sonra kitaplardan öğrendi. Fakat onları o yaşta bilmemesi, onlardan lezzet almaması demek değildi. Buradaki zamanı, hayatının sürüp giden kötü tesadüflerine rağmen onun için ayrı bir mevsim oldu.’ (Bkz.: Ahmet Hamdi TANPINAR, Huzur (25. Baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları, Mart 2016, ss. 32-33.)
Sanki Mümtaz değil, Çelik duyumsamaktadır, İstanbul’daki ‘Antalya ve onun Akdeniz’i’ni: ‘Mümtaz burada, yoldan denize kadar inen büyük kayalar üstünde oturup akşam saatlerini geçirmeği severdi. Bey Dağları’nın üstünde güneş, sanki kendi ölümünün âyinini ve kendi yaldızdan ve koyu lâcivert gölgelerden lahdini hazırlıyormuş gibi, bu dağların kıvrımlarına altın ve gümüş zırhlar geçirir, sonra alçalan ve arkaya devrilen kavis, bir altın yelpaze gibi açılır, büyük ışık parçaları şuraya buraya ateşten yarasalar gibi uçar, kayaların üstüne asılırdı. Bu, bir mevsim gibi bereketli, velût saatti. Çünkü gündüzleri, sadece yosunlu, rüzgârın, yağmurun sünger gibi delik deşik ettiği taş parçaları olan kayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbire, kudretleri ve cüsseleri insanın çok üstünde, talih gibi susan ve yalnız varlıklarının içimizdeki aksiyle konuşan bir yığın hayal varlık, Mümtaz’ın etrafını alırdı. Ve Mümtaz onların arasında küçücük cüssesiyle içinde genişleyen hayat idrakiyle bütün benliğini saran o acayip, kökü çok derinlerde, korkunun rüzgârında dağılmağa çalışırdı. Bu, her şeyin ayrı şekilde dirildiği, seslerin kabartma kazandığı, derinleşen, dost yüzünü, sıcaklığını kaybeden göklerin altında insanoğlunun nâmütenâhiye doğru küçüldüğü, tabiatın bize her taraftan “Ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön, terkibime karış, her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun” dediği saatti. Mümtaz bu sesi ta belkemiklerine varıncaya kadar duyar ve mânasını pek anlamadığı bu davete koşmamak için küçücük varlığı katılaşır, kendi üstüne kapanırdı’… (Tanpınar, Huzur (..) a.g.y., ss. 34-35.)
Çelik Gülersoy da, kendisi ve annesinden oluşan iki kişilik Yıldız-İstanbul dünyasında, ‘Huzur’un Mümtaz’ının aradığı huzuru arıyordu… Arayan, elbette ki, bulacaktı…
(Sürecek…)