Önceki hafta yoğun gündem arasında kaybolan, fakat hiçbir zaman dikkatlerden kaçmaması gereken diplomatik bir skandal yaşandı.
15-16 Haziran tarihlerinde gerçekleşen Ukrayna Barış Zirvesi’nde Fener Rum patriği Bartholomeos’un görülmesi, konulara en uzak birisi için bile tuhaf kaçan bir durumdu ancak üzerinde çok durulmadı, öylece geçiştirildi.
Lozan Antlaşması’ndaki ilgili maddeler uyarınca Patrikhane’nin idari ve yargısal yetkileri kalkmıştır.¹ Esasen şu açıdan da durumun sağlanmasını yapabiliriz; Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalkmıştır ve doğal olarak artık Osmanlı hukuku yürürlükte değildir; şu halde eski devletin tanıdığı imtiyazlar geçersizdir. Lozan’da bu konu üzerinde ciddi tartışmalar yaşanmış olsa da sonuç olarak sadece dini bir kurum olarak devam etmesi ve 1453’ten o güne kadar sahip olduğu siyasi imtiyazın kaldırılması uygun görülmüştür. Dolayısıyla şimdiki statüleri, Türkiye’nin tek taraflı tasarrufunda olan bir konudur. Elbette patrikhanenin mütareke yıllarında ve çok daha önceleri Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı yıllarda sergilediği negatif tutumun da bu kararlarda etkisi olmuştur.
1923 Temmuz’una gelindiğinde bu hususta göz önünde bulundurulması gereken başka bir detay daha var…
Saltanat ve hilafetin birbirinden ayrılmasına rağmen hilafet kurumu olduğu gibi korunmuş ve TBMM tarafından o makama bir hanedan mensubu atanmıştı. Hatta “Devletin dini İslam’dır” ibaresi dahi henüz o tarihte anayasada yer almaktaydı.² Buradan da açıkça anlaşılacağı üzere, dinle ilgili herhangi bir tartışma ortada yok.
Şu durumda Patrikhane’nin eski konumunu sürdürme gayreti dini hassasiyetin ötesindedir ve bu çerçevede cemaatin başındaki kişiye atfedilen “Ekümenik Patrik” sıfatı doğrudan doğruya ulusal egemenliğe şirk olarak tanımlanabilecek türden çıkışlardır.
Çarşamba günü itibarıyla altın ve petrolde geriye dönük bir aylık ve haftalık fiyat seyri, ABD 10 yıllık hazine tahvillerindeki oynaklıkla birlikte incelendiğinde, piyasaların pek de öyle artan küresel gerilimi fiyatladığı söylenemez. Aynı şekilde, savaş riskinin bertaraf edildiği de söylenemez. Genel gidişin, içinde barındırdığı bazı açmazlar hesaba katıldığında, bıçak sırtı olduğunu ifade etmek şimdilik daha gerçekçidir.
Tüm bu belirsizliğin ortasında Rusya’yı provoke edeceği açık olmasına rağmen, üstelik Türkiye’nin egemenlik hakkına ve kurucu ilkelerine zıt olduğu da bilindiği halde “Ekümenik” sıfatıyla Patrikhane’nin Türkiye toprakları dışındaki Ortodoks kiliselerinden bağlılık kabul etmesine ve son olarak Bartholomeos’un zirvede yer almasına niçin engel olunmamıştır? Bir yandan “savaş riski var” demeci verecek kadar durumun ciddiyetini kabul etmek, diğer taraftan böylesine tedbirsizlikte bulunmak…
İşte bunlar dış siyasette boşluk kaldırmayan hususlardır.
Ekümenik, yani evrensel patrik ya da buradaki kullanımla tüm Ortodoks Hıristiyanlarının ruhani lideri olma iddiası ve pek tabii bu sıfatın uluslararası platformlarda kullanılıyor olması, Türkiye açısından en az hilafet tartışmaları kadar sakıncalı bir siyasi zemin oluşturmaktadır. Bu açıdan yeniden ele alınacak olursa, Ekümeniklik iddiası ve Hilafet, aynı hedefe fırlatılan iki oktur.
Günümüz siyasal İslamcıları kabul etmese de, bilhassa yirminci yüzyıl başında Sultan Reşad’ın fiyaskoyla sonuçlanacak olan “cihat ilanı” neticesinde, Pan-İslamist yaklaşımla devletin ayakta tutulamayacağı belli olmuştu. Bu tespit bugün dahi geçerliliğini korumaktadır. Lozan karşıtlığında en başından beri konsensüs halindeki bu siyasal İslamcı görüş, İngiliz Parlamentosu’nun Lozan’ı geç onaylamasını bile hilafetin kaldırılmasıyla ilişkilendirir.
Tam aksine hilafetin o tarihte içi boş bir kurum olduğunu İngiltere de görmüştü fakat diğer taraftan TBMM’nin bir hanedan mensubuyla bunu devam ettirmesi, Sovyetlere karşı verilen mücadelede Patrikhane kadar kullanışlı bir araç olma potansiyeli taşıyordu.³ Kaldı ki, İngilizler o esnada Birinci Dünya Savaşı ve Anadolu bozgununun oluşturduğu tahribatı onarmakla meşguldü. Nitekim TBMM Orduları’nın önce İzmir’e girmeleri, müteakiben yönlerini Çanakkale ve İstanbul’a çevirmeleri karşısında Lloyd George hükümeti düşmüş, ülke iki sene içerisinde üçüncü kez seçime gitmek zorunda kalmıştı. 1924’deki son seçimlerle yenilenen parlamento ise anca Temmuz 1924’te antlaşmayı onaylayabilmişti.
…
Yine konu özelinde bazı ipuçları yakalayabilmek için ekonomi yönetiminin eylem ve söylemlerini takip etmekte yarar var. Zira Türkiye’deki hükümetin 31 Mart seçimleriyle sarsılan gücünü tahkim etmek amacıyla başlattığı finansal çıkış yolu arayışları ve o paralelde izlenen çarpık dış politika, bu işte bir İngiliz parmağı olabileceği şüphesini akıllara getiriyor. Gelen tepkiler neticesinde zirvenin üzerinden on bir gün geçtikten sonra dün sabah Patrik Bartholomeos’un imzasının çıkarıldığı haberi servis edildi. Fakat bu bile vaziyeti kurtarmaz.
Alenen işlenen kabahatin tenhada özrü kabul edilmez.
Görünen o ki, makro ekonomik veriler kağıt üzerinde düzeldiği an -ki yeteri kadar sıkarsanız bu mümkün- bu aciz hükümet yine önceden olduğu gibi karşısındaki her oluşuma saldırmaya, rekabetçi otoriter rejimin karakteristiği olarak karşıtlık üzerinden gündemin tek belirleyeni olmaya ve belki de bir “yeni anayasa” safsatasıyla genel havayı lehine çevirmeye başlayacaktır.
Dipnotlar:
1) Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması” başlığı altında 40,42 ve 45’inci maddeleri Patrikhane’nin ismini zikretmeksizin hukuki çerçeveyi çizmiştir.
2) Bu ibare anayasadan 1928 yılında çıkarıldı. 3 Mart 1924’de Hilafet kurumunun ilgasıyla beraber ele alındığında Ulusal egemenliği tamamlayıcı Laiklik ilkesinin nüvesi nitelikte değişikliklerdir.
3) Bolşevik İhtilâli’ni takip eden üç yıllık iç savaş döneminde başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler Kızıl Ordu’ya karşı Beyaz Ordu’yu desteklemek suretiyle ihtilali akamete uğratmaya çalıştılar. Din de bu çabaların bir parçasıydı.