Tarihin en önemli siyasal dönüşümlerinden birisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu süreci ile yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda Avrupa’nın en güçlü ve en geniş topraklara sahip devleti olmasına rağmen, 19. yüzyılın ortalarından itibaren yanlış yönetim ve iç karışıklıklar sebebiyle hızla gerileyerek, 20. yüzyılın başında büyük bir çözülme ve dağılma sürecine girdi. Osmanlı’nın çöküşü sadece bir imparatorluğun sonunu getirmekle kalmadı, aynı zamanda dünya çapında uluslararası ilişkilerdeki güç dengelerini de derinden etkiledi. Bu yeniden yapılanma süreci ise aktörlerin bu denklemdeki yerlerini ve işlevselliklerini kayda değer şekilde değiştirdi.
Osmanlı’nın çözülme süreci: Güç boşluğu ve diğer devletlerin yükselişi
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılın sonlarına doğru yaşadığı zayıflama, Avrupa’da yeni güç dinamiklerinin ve politik rollerin ortaya çıkmasına yol açtı. Osmanlı’nın çöküşü, sadece toprak kayıplarıyla değil, aynı zamanda büyük Avrupa devletlerinin bölgedeki çıkarlarını şekillendirmesiyle de alakalıydı. İngiltere, Fransa, Rusya ve daha sonra Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine günden güne müdahil oldular ve dengeyi kendi lehlerine çevirmeye çalıştılar. Bu dönemde Osmanlı, “hasta adam” olarak tanımlanırken, Avrupa devletleri kendi aralarında bir takım ortaklıklar yaparak Osmanlı topraklarını paylaşmanın yollarını aradılar.
Sömürgecilik çağının zirveye ulaşmasıyla birlikte, Osmanlı’nın stratejik ve politik konumu, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkanlar’daki gelişmeler, Avrupa’nın büyük güçlerinin çıkarlarını doğrudan etkilemeye başlamıştı. Osmanlı, dış politikada gittikçe zayıflarken, iç politikada ise reform hareketlerine hız vermek zorunda kaldı. Ancak bu çabalar, devletin çözülmesini engellemeye yetmedi. Avrupa’nın büyük güçleri, Osmanlı’nın zayıflamasını fırsat bilerek, kendi baskın politikalarını dayatmaya devam ettiler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu: Yeni bir strateji, yeni bir dönem
Osmanlı’nın çöküşü, Türk halkını sadece siyasi olarak yeniden yapılanmaya yöneltmekle kalmadı, aynı zamanda uluslararası ilişkilerde de yeni bir denklemi de ortaya koydu. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bir taraftan Osmanlı’nın geride bıraktığı borçlar ve iç karışıklıklarla baş etmek zorundayken, diğer taraftan yeni bir uluslararası denge kurma çabası içine girdi. Bu dengeleme sürecindeki önemli etken ise Mustafa Kemal ATATÜRK’ün uluslararası siyasetteki bilgi, beceri ve kararlı hamleleriydi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikasındaki en önemli hedef, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığını korumak ve Avrupa devletlerinin bölgedeki etkisini sınırlamaktı. Bu doğrultuda, Atatürk’ün benimsediği bölgesinde ve dünya siyasetinde söz sahibi bir ulus yaratma anlayışı, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde bağımsızlıkçı bir politika izlemesini sağladı. Lozan Antlaşması ile Osmanlı’dan kalan topraklar üzerinde ulusal sınırlar belirlendi ve Türkiye’nin bağımsızlığı uluslararası alanda tanınmaya başladı.
Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti, Batı’nın güç dengelerindeki yerini alırken, Sovyetler Birliği ile de yakın ilişkiler kurmayı ihmal etmedi. Türkiye, özellikle 1930’lar ve 1940’lar boyunca, Balkan Paktı, Sadabat Paktı gibi bölgesel iş birlikleriyle, etrafındaki büyük güçlere karşı dengeleyici bir politika izledi. II. Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte Türkiye, Batı blokunun bir parçası olarak NATO’ya katılarak, Sovyetler Birliği’ne karşı Batı ile stratejik iş birliği yaptı.
Türkiye’nin uluslararası stratejisi: 20. yüzyılın ikinci yarısı
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki güvenlik odaklı dış politika, 1950’lerden sonra daha çok ekonomik ve politik iş birliklerine doğru evrildi. 1960’lar ve 1970’lerde, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki rolü daha da belirginleşerek farklı stratejilerin ortaya çıkmasına neden oldu. NATO üyeliği ve Batı ile ilişkilerin pekiştirilmesi, Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki konumunu sağlamlaştırdı. Ancak aynı dönemde, Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü de giderek daha önemli hale geldi.
1980’ler ve 1990’larda, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte, Türkiye’nin dış politikası yeniden şekillenmek zorunda kaldı. Çünkü Sovyetler gibi bölgedeki en güçlü devletlerden birinin yeniden yapılanma süreci uluslararası bir refleks olarak diğer devletlerin stratejilerini de doğrudan etkileyecekti. Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası, Türkiye Cumhuriyeti için hem bir avantaj hem de bir yük olmaya devam etti. Türkiye hem Batı ile hem de Orta Doğu ile olan ilişkilerini yeniden dizayn ederken, Avrupa Birliği üyeliği için de müzakerelere başladı. Bu süreçte, Türkiye’nin dış politikası hem tarihsel bağlara hem de modern küresel dengelere paralel bir şekilde şekillendi.
Tarihten günümüze uluslararası denge
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, uluslararası ilişkilerdeki güç dengesinde önemli bir kırılma noktasıydı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş yalnızca bir siyasi dönüşüm değil, aynı zamanda bir güç dengelemesi sürecidir. Türkiye, hem kendi içindeki siyasi yapılanmayı sürdürürken, hem de uluslararası alanda kendini yeniden konumlandırarak bölgesel ve küresel güçlerle olan ilişkilerini şekillendirmiştir.
Bugün, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki rolü Atatürk’ün politik ve uluslararası vizyonuna sahip genç Cumhuriyetin başarılı stratejilerinden oldukça uzakta seyretmektedir. Özellikle son 20 yılın başarısız uluslararası stratejileri hali hazırda yeni bir politik tabana oturmak isteyen Ortadoğu’da zayıf kalmaktadır. Etkin bir dış politika; dış politika yapıcılarının doğru hamlelerinden ibarettir. Bu hamleler ise iç ve dış siyasetin birbiriyle ilinti ve bir o kadar bağımsız işleyen homojen bir dengeleme çerçevesi içinde olmalıdır.