Türkiye’nin kabaca son on yılına damgasını vurmuş “sığınmacı” ya da “kaçak göç” sorununda yolun tükendiği, radikal anlamda siyasi kararlar almasının zaruri olduğu son olaylarla birlikte artık çok daha net görülmüştür.
Öncelikle yapılan tedbirsizlikler ve güncel manzara dikkate alındığında Türkiye’nin bu hususta hiçbir planının olmadığını düşünmek gerekiyor ki, bu sav içeride kullanılan muhafazakâr söylemle çelişmektedir. O halde bilinçli bir şekilde demografik değişim planının yürütülmekte olduğu söylenebilir ki, bu hıyanettir. Gelinen vahim noktada halen “ensar-muhacir” analojisinin kullanılıyor olması bile durumu gizleyemiyor. Şimdi buradan itibaren kutsallarını sorgulatmak, arkasındaki yığınla hurafeyi ve ayıplarını yüzlerine vurmak şart olmuştur:
Nasıl bir “ensar” ki bu, muhacir diye kabul ettiği o gariban insanları Avrupa’ya karşı sürekli bir korkutma aracı olarak kullanmaktan ve o korkuyla para koparmaktan imtina etmemektedir?
Siyasetçi zümre ve bir takım sermaye, bu millete hesap vermek zorundadırlar zira bu arızalı durumdan çıkar sağlamaktadırlar. Bu ikisini dışarıda bıraktığımızda meselenin etkilemediği bir toplum kesimi ya da şehir hemen hemen yoktur. Rahatsızlık o derece bir boyuttadır ki, bugün Kayseri’den, bir başka gün başka yerden patlak vermeye hazır ve her yeri saracak bir yangın potansiyeli taşımaktadır. Halkın şikâyetlerinin tersine hareket ederek ısrarla kendi bildiğini okuyan hükümet, her türlü infiale zemin oluşturmaktadır ve bu tip olaylarda birinci derecede sorumludur. Milliyetsiz ve utanmaz patron sınıfı da onlar kadar suçludur. Şimdiye kadar sırtından para kazandığı yurttaşını bir kenara atmış onun yerine daha ucuza çalıştıracağı Afgan, Suriyeli, Afrikalı vb. çaresizlerin peşine düşmüştür…
Şimdiye kadar bu mesele özelindeki her türlü kepazelik adeta ağır çekimde millete sindire sindire yaşatıldı. Durumundan şikâyetçi olana “Kapı orada, ya sev ya terk et!” dendi, dahası gitmesi için itelendi çünkü yerine ikame edilecek milyonlarca Ortadoğulu çaresiz yığın hazırdı. Gelen bu insanların Türkiye’nin hâlihazırdaki toplumsal düzenine uyum sağlaması çok önemsenmedi, aksine rejime uyumlu yeni bir toplum düzeni oluşturabilme yolunda “Beyaz Türk” adeta kaçırılmaya uğraşıldı. Sonuçta kentli orta sınıf – ki son yıllarda ciddi erozyona uğramıştır – rejimin esaslarına bağlı, mevcut yönetimin uygulamalarına itiraz hakkını her daim saklı tutan ve bu açıdan hükümetin nazarında “habis ur” olarak tanımlanabilecek insan topluluğudur. Şu halde, hükümetin baktığı noktadan soruna bakacak olursak; entegrasyon politikasına büyük kaynak ve vakit ayrılmasına gerek yoktur. Ayrıca yeni gelenlerle içerideki kitleler uyum sağlayacaksa bile yönelim tersi istikamette olsun yani “Beyaz Türk” yurttaş Ortadoğulu olsun ya da terk etsin!
Belki dikkatlerden kaçmıştır fakat bu sinsi çalışmalar kapsamında Türkçe bile abluka altında ahlaksız bir saldırıya tabi tutuldu. Bugün dahi ısrarla öz Türkçe yerine mümkün mertebe Arapça kökenli kelimeler kullanarak dili dejenere etme çabalarının altında yatan niyet bellidir:
Şimdiden iletişime olanak sağlayacak ama birkaç nesil sonra iyice pekişecek Türkçe-Arapça karışımı dilin merkezinde olduğu hibrit bir kültürel zemin oluşturabilmek...
Bu son yaşanan toplumsal reaksiyon ve bu arada aşırıya kaçan ve hiçbir biçimde tasvip edilemeyecek eylemlerin neticesinde, tasarladıkları o büyük dönüşüm hayallerinin suya düştüğünü görüyor ve AKP dış politikasının bir defa daha başarısızlığa mahkûm oluşuna şahitlik etmiş oluyoruz.
…
Her şeye rağmen Suriye yönetimiyle ilişkileri tamir etme arayışı geç alınmış da olsa doğru bir adımdır. Ancak, burada bir siyasi bedel ödemeden başlanacak yeni politika, bölgede Rusya’nın pozisyonunu daha da güçlendirirken Türkiye’nin pozisyonunu savaş öncesi durumun gerisine atabilir. O siyasi bedel Türkiye’de hükümetin değişmesidir!
İçeride bir iktidar değişimini yapamadan girişilecek yeni siyasetin uluslararası platformda ciddi karşılığı olmaz. Esasen yılların birikimiyle siyasi suç bagajı dolu olan bu iktidarın zaten hareket kabiliyeti de pek yoktur. O hantal haliyle hatalarını telafi yoluna gitmeye başladığında ise tökezlemekte, toplumun birikmiş öfkesini ve vuku bulan hadiseleri yine topluma mal etmeye çalışmakta, yaşananların da dış güçlerin organizasyonu olduğunu iddia etmektedir. Bu bayat bahanelerle bile anlıyoruz ki, hükümet halen sorunun çözümünü yanlış yerlerde aramaya devam ediyor.
…
Mevcut iktidar Avrupa’daki Türk etkisini, sosyo-ekonomik gücü, yeterince kullanamamışsa bu da yine kendi beceriksizliğidir. Sadece Ortadoğu’da değil, Türklerin belirleyici olduğu Balkanlar’da ve Batı Avrupa’da da benzer yanlışlar yapıldı. Sözgelimi, yakın zamanda iktidara ortak olacak kadar güçlenmiş Bulgaristan Türklerinin partisine ideolojik saiklerle müdahale edildi ve parti ikiye bölünerek baraj altında kaldı. Bir başka örnek, son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde AKP’nin Avrupa’daki kolu gibi çalışan DAVA’nın sıfır çekmesi olayıdır, tam bir fiyasko olmuştur. Fakat eşi benzeri görülmemiş bir biçimde siyasi başarısızlıklarının bu partiye etkisi neredeyse hiç olmuyor.
Oysa doğrudan müdahale edilip daha da kötüleştirileceğine akılcı politikalarla yurt dışı Türklerinin (ve akraba toplulukların) kendilerine, yaşadıkları ülkeye ve Türkiye’ye faydaları maksimize edilebilirdi. Yapılması gereken; orada kalacak insanların yaşadıkları topluma entegre olmalarını teşvik etmekti, ancak bu ideal herkes için istenilen seviyede gerçekleştirilemedi. Öte yandan başlı başına bir yazının konusu olabilecek “Avrupa İslamı” fikriyatına karşı da Avrupalı liderlerin taleplerine doyurucu karşılık verilemedi. Din gibi hassas, kimliğin belki de en belirleyici unsuru söz konusu olduğunda Türkiye’nin yardımıyla çok uyumlu bir düzey tutturulabilirdi. İşte böyle olamadığı için 1960’larda Almanya ile yapılan işgücü anlaşması ve Türk işçilerinin Avrupa’nın sanayi ülkelerindeki özel statüsü (misafir işçi) görmezden gelinmeye ve bilinçli bir çarptırma ve kısmen cehaletle son yıllardaki Suriyeli sığınmacılarla Avrupa’daki Türk işçi aileleri kıyaslanmaya çalışıldı.
Peki şimdiye kadar Avrupa’da istenildiği ölçüde başarılamayan şey bu saatten sonra Türkiye’de başarılabilir mi? Zor da olsa evet…
Gericiliğe karşı ortak mücadelenin yürütülmesi gerekir en başta. O türden mücadelede yer almak istemeyenler kendi kendilerini sistemden eleyerek gettolaşacak ve daha geriye gidecekler ya da anavatanlarına geri döneceklerdir. Gerçek anlamda mücadelenin içinde yer almak yani “Türkiyeli” olmak niyetinde olanlarsa pazarlık konusu yapıldıklarını ve her fırsatta emeklerinin sömürüldüğünü görerek kendilerini suistimal eden bağnaz siyasete ve sermayeye karşı bayrak açacaklar daha doğrusu o direniş bayrağının altına gireceklerdir. Sınıf bilinci ve onun getirdiği dayanışma ruhuyla ortak kaderi paylaştıkları bu topluma karşı aidiyet duygusunun daha da pekiştiğini hissettiklerinde bu ulusun bir parçası halini almış olacaklar.