Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyum Kemal Kılıçdaroğlu’na!
43 yaşına gelmiş ve hayatının yarısını AKP iktidarında geçirmiş bir Türk Solcusu olarak oyum elbette Kılıçdaroğlu’na!
Pusulayı elime aldığımda Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü adayın Kılıçdaroğlu olduğunu biliyor olmak benim için yeterli.
Bu “basit” gerekçeyi yeterli bulmayanlar, Kılıçdaroğlu’nun kazanamayacağını söyleyenler ya da farklı siyasi kaygılar öne sürerek karşı çıkanlar olacaktır.
Ancak şu bir gerçek; tünelin ucunda bir ışık var. Bu ışığın ne olduğunu anlayabilmek, ancak o noktaya vararak mümkün olacak. Diğer tarafta zifiri bir karanlığın bizleri beklediğini çok iyi biliyoruz.
Demokrasinin belki de son kalıntılarının bizlere tanıdığı bu fırsatı değerlendirmek ve bir hayalin peşinden gitmek cesurca bir tavır.
İsim üzerinden yapılacak tartışmaların, aday değişikliği artık imkan dahilinde olmadığı için hiçbir anlamı yok.
21 yıllık AKP iktidarının Türkiye’yi hangi noktaya getirdiğini görmek; kurulan gerici ittifakın yeniden kazanması halinde Erdoğan’ın söz ettiği “not defterlerinin” ortaya çıkacağını bilmek yeterli değil mi?
O defterlerde benim adım yazıyor, senin adın yazıyor, iktidarı eleştiren herkesin adı yazıyor! Sayfanın altında ya da üstünde olmamızın da bir anlamı yok. Tehdit açık, sıra hepimize gelecek.
Yazacağımız her cümle öncesinde 10 defa düşünmekten, ağzımızdan her çıkacak kelime öncesinde “acaba karşı taraf bunu kullanır mı?” tedirginliğini yaşamaktan, “yazıp yazıp silmekten” yorulmadık mı?
İktidarın binlerce maaşlı hafiyesi paylaşımlarımızı didik didik ederek işlerine yarayacak bir propaganda malzemesi arıyor. 12 Eylül dönemini yaşayanlar kitapların yakılarak imha edildiğini anlatıyor, biz ise bugün tweetlerimizi silmek zorunda bırakılıyoruz.
15 Mayıs sabahı kalkınca sadece bu tedirginliği yaşamamak için bile oyum Kılıçdaroğlu’na.
Siyasetin yok edildiği, yalanların gerçekliğe dönüştüğü bir “algı cumhuriyeti”nde, bu düzeni ayakta tutmak için paraya boğulan şımarık bir trol ordusunun bozguna uğradığını görmek az şey midir?
On binlerce insanımızın hayatını kaybettiği ve AKP iktidarının aslında kağıttan bir kaplan olduğunu gösteren depremde el uzatılamadığı için ölenlerin hesabını sormak görevini kimin iktidarında yerine getirebiliriz?
Her şeye rağmen istifa etmeyen Kızılay Başkanı’ndan ve kendisine destek olan siyasi ayaktan nasıl hesap sorulabilir?
Yaşanan onca skandala rağmen “iktidarın bekası uğruna” görevlerinde kalanların yüzsüzlüğünü haykırabilmek için bile AKP iktidarı değişmeli!
Onlarca yıl sonra arşivlere bakınca inanamayacağımız, “bu kadar da olmamıştır” denilecek o kadar çok olay yaşandı ki AKP Türkiye’sinde.
Vatandaşa “geri zekalı” muamelesi yaparak AKP’den önce hiçbir şeyimizin olmadığını iddia eden, yapılan “zamları” bile “fiyat güncellemesi” olarak gösteren iğrenç bir medya aygıtının kaybetmesi ihtimali masadayken, bu ihtimale sırt çevirmek olmaz.
Demokrasinin en doğal işlevi olan “iktidarı seçimde yenmeye çalışmanın” bile bir darbe planı olarak gösterilebilmesi, “sandıkta Erdoğan’dan kurtulmak istemenin” hukuksuz ve ayıplı bir istekmiş gibi sunulabilmesi bu ülkeyi fazlasıyla yordu.
Hissedilen şey korku değil, daha kötüsü; ülkenin değişme ihtimaline dair büyük bir inançsızlık ve yorgunluk hissinin oluşması.
“Telefonunu çıkar ulan!” diyerek gençlere saldıran AKP’li dayı, artık tepki yaratan değil, bu toplumun iflah olmayacağına dair bir bezginlik sebebi haline gelmiş durumda.
İktidarın yarattığı böylesi bir ruh hali, virüs gibi yayılıyor ve hepimiz kabuğumuza çekiliyoruz. Bayramlardaki yalnızlığımızın, komşumuza olan güvensizliğimizin ve akrabamızla aramıza sınır çekmemizin temeli, yaşama sevincimizin yalan aygıtları karşısında pes etmesi değil mi?
İnsanı var eden ve diri tutan “değiştirme, dönüştürme” idealinden vazgeçip, kendi sınırlı dünyalarımıza dönmedik mi?
Yurt dışına gidenlere “kal ve mücadele et” demek yerine, doğal olan buymuşçasına “git ve kendini kurtar” demiyor muyuz artık?
İşte 21 yıllık bir AKP iktidarı, muhalif vatandaşın enerjisini böyle emiyor; yaşama isteğini böyle kemiriyor.
Tünelin ucundaki ışığı görmenin bile toplumsal dayanışmayı arttırdığı ortadayken, Kılıçdaroğlu’nun kazanma ihtimalini görmezden gelmek büyük pişmanlıklara yol açabilir.
Her seçimin bir “ölüm kalım” meselesine dönüşmesi ve her seçimde hile yapılabileceğine dair yaşadığımız haklı tedirginlik Kılıçdaroğlu’nun kazanmasını zorunlu kılmıyor mu?
Aslında bir itiraf niteliğinde olan “atı alan Üsküdar’ı geçti” pişkinliğiyle karşılaşmayacağımız bir ülke için, kazanılan seçimlerin gözümüzün içine baka baka iptal edilmemesi için ne yapmak gerek?
Mühürsüz oylar geçerli sayıldığında sessiz kalanları ben de hatırlıyorum. Bu hataya bir kez düşenlerin ders çıkarmış olmaları en büyük temennimiz.
Diğer taraftan bize de düşen büyük bir görev var; seçim aritmetiğini göz önünde bulundurup en doğrusunu tercih etmek.
Eleştirebildiğimiz, karşı çıkabildiğimiz ve hesap sorma hakkımızın baki kaldığı bir siyasi düzen için oylar Erdoğan’ın karşısında en güçlü adaya gitmeli.
Kaybedeceksek bile seyirci olarak değil, mücadele ederek kaybedelim.
Kaldı ki önümüzde son dönemlerin en büyük fırsatı var: Aklın yolu bir olursa bu düzen değişebilir!
Bu imkanı tepmeyelim.