Adil Yakubov’un “Vicdan”ı Türkiye Türkçesinde
Biz, Adil Yakubov’u Uluğbey’in Hazinesi ile tanıdık. Yakubov, gericilikle mücadelede şehit düşmüş bu ilerici, Türk bilim insanı ve hükümdarının romanıyla hepimizi derinden etkilerken bize Türkistan yolunu da göstermişti. Bu bir nevi köklere dönüştü. Daha sonra İbni Sina-Köhne Dünya’yı, Adalet Menzili’ni, Mukaddes’i de okuduk. Adil Yakubov; Abdullah Kadiri, Cengiz Aytmatov, Pirim Kadirov gibi Türk Dünyası edebiyatının ustalarıyla beraber gönlümüze taht kurdu.
Şimdi Adil Yakubov’un ilk kez 1977’de yayımlanmış olan romanı Vicdan da diğer eserleri gibi değerli aydınımız Ahsen Batur tarafından Türkiye Türkçesine aktarıldı ve İleri Yayınları’ndan çıktı. 1974 yılı Sovyet Özbekistan’ında geçen Vicdan, bir yandan Adil Yakubov’un tamamen bürokratikleşmiş, yozlaşmış bir “sosyalizme” karşı kendi “vicdanını” temsil ediyor fakat aynı zamanda vatana, doğaya, çevreye ve insanlığa karşı vicdanî borcumuzu hatırlatan hepimize yapılmış bir çağrı anlamına da geliyor.
Bürokratik devlet sosyalizmi mi Sovyetik totaliter kapitalizm mi?
Vicdan, Adil Yakubov’un tarihî romanlarının yanında, kendisinin de içinde yaşadığı zamanı ve mekânı ele aldığı eserinden biri. 1974’te Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, artık Stalin’in izleri az çok silinmeye başlasa da halen Brejnev’li Sovyet bürokratik canavar makinesinin iç sömürgelerindendir. Devleti ve halkı yönlendiren temel slogan “Pamuk bizim gururumuzdur!” sözüdür. O kadar ki aslında artık orada her şey pamuktur. Ortada ne sosyalizm vardır, ne toplum, ne halk, ne insan, ne vatan… Pamuk üretiminin artırılması tek amaçtır. Pamuk, artık öyle bir fetiş haline gelmiştir ki tüm ideallerin, inançların, ideolojilerin ve tabii “vicdan”ın da ötesindedir. Olaylar, Parlak Yol Kolhozu’nun ve onun başkanı Atakuzu’nun etrafında şekillenir ama gerçekte tüm ülke “pamuk tanrısının” peşinde koşan bir kolektif tapınak-çiftlik haline gelmiştir.
Stalin terörünün ardından gelen bürokratik yozlaşmanın sonunda, eleştirenlerin iddia ettiği gibi bir “bürokratik sosyalizm” bile ortada yoktur aslında. Bu düzene belki “Sovyetik totaliter kapitalizm” demek en uygunu olacaktır. Artık Stalin dönemindeki kadar açıktan bir dehşet halkın damarlarında gezinmez ama ruhsuzluk, uyuşmuşluk ve hepsinin ötesinde bir vicdan tükenişi hâkimdir. Düzeni “vicdansızlar rejimi” olarak tanımlamak da mümkündür. Vicdansızlık en tepeden en alt kademeye kadar duruma egemendir.
Üretim fetişizmi, çevre-vatan katliamı
Kolhozun ya da Özbekistan’ın tümü sadece o yıl ne kadar pamuk üretildiğine kilitlenmiştir. Başka hiçbir kıstas yoktur…
Atakuzu da aslında vicdanı ile üretim fetişi arasında gelip gider ama “vicdan”ın romandaki asıl temsilcisi Atakuzu’nun dayısı Prof. Dr. Şamuradov’dur. Sistemin gerçekte hiç hoşlanmadığı ama eski bir komünist olduğu için görünürde saygı göstererek bir kenara ittiği, “unuttuğu” Şamuradov’un artık tek beklentisi çok sevdiği Tolstoy’u, Hayyam’ı, Nevai’yi ve Herzen’i okuyarak yaşlılık günlerini geçirmek, kitaplarıyla bir kütüphane kurup gençlere yol göstermektir. Şamuradov; üretim fetişizmine karşı bilimi, Sovyetik düzene karşı doğayı-vatanı, makam-mevki sevdasına karşı dürüstlüğü savunur. Tabii ki bunun bedellerini de göğüslemek zorunda kalacaktır.
Gündemde bölgedeki iki büyük çölün; Mirzaçöl ve Sersankum’un “ıslah edilmesi” vardır. Sibirya’ya doğru akan nehirler, yönleri değiştirilerek Orta Asya’ya çevrilecek ve çöller pamuk tarlasına dönüştürülecektir. Herkes pamuk üretiminin böylelikle inanılmaz derecede artacağı için çok heyecanlıdır fakat kimse bunun sonuçlarının neler olacağı üzerine düşünmez. Diğer taraftan da Mingbulak (Bin Pınar) Ormanı bir et kombinası yapmak için talan edilir, ağaç katliamı yapılır. Oysa Mingbulak o yörenin yaşam damarıdır. Yakubov, o dönem dünyanın gündeminde henüz çevre sorunları pek yokken ve Sovyetik sistem içinde herhangi eleştiri yapmak çok zor olmasına rağmen rahatsızlıklarını özlü bir üslupla verir:
“…Narmurat Şamuradov, hiç olmazsa köyden çıktıktan sonra araba azalır, toz ve benzin kokusundan kurtulup, biraz temiz hava alırız diye ümit etmişti. Çakıl yüklü arabalar, inşaat malzemeleri yüklenmiş kamyonlar, Mingbulak tarafından doğru, aralıksız ve sanki inadına yapıyormuş gibi uğuldayarak sabahki temiz havayı benzin ve kara duman kokusuyla dolduruyordu…”
Bir taraftan bunlar olurken diğer taraftan da tarım ilaçlarına karşı başka bir mücadele de sürmektedir. Çünkü pamuk zararlılarını öldürmek için yapılan ilaçlama da gerçekte tüm bir ülkeyi ve halkı zehirlemektedir…
Aral Denizi nasıl zehirli Aral Çölü oldu?
Kitapta bahsedilen yıkım gerçek hayatta çok daha ağır bir şekilde karşımıza çıkıyor. Dünyanın en genç çölü, Aral Çölü’dür. Evet, Aral Gölü yani Asya’nın ikinci, Dünyanın dördüncü en büyük gölü olan, Orta Asya Türklerinin “Aral Denizi” dediği, Özbekistan ve Kazakistan arasındaki yer alan göl, 1960’larda kurumaya başlamıştı. Özellikle 80’lerde hızlanan kuruma sonucunda Aral, gözlerimizin önünde dramatik bir şekilde yok oldu ve Aral Çölü’ne dönüştü.
Aral Gölü, suları kendisine dökülen iki nehirden besleniyordu: Aralarındaki topraklara tarihte Maveraünnehir adı verilen Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun). 1960’lar itibariyle Sovyetlerin pamuk çılgınlığı –tam da Adil Yakubov’un anlattığı gibi– bu iki nehrin sularını Özbekistan’daki çölleri pamuk tarlalarına dönüştürmek için kullanmaya karar verir. Sonuç korkunçtur!
Aral 80’lerde yok olmaya başlar ama ortada bir sorun olduğu bile SSCB yıkılana kadar kabul edilmez, bu konu hakkında konuşmak dahi yasaklanır. 2000’lerde sorun kabul edilir fakat artık iş işten geçmiştir. Yaklaşık 68 bin kilometrekarelik yüzölçümlü gölün yüzde doksanı bugün çöle dönmüştür. (Bir kıyaslama yapmak için Marmara Denizi’nin 11 bin kilometrekare, İrlanda adasının ise 70 bin kilometrekare olduğunu belirtelim. Yani İrlanda kadar ve Marmara’nın yaklaşık 7 katı olan bir deniz yok edilmiştir.)
Aral yıllar içinde çekildikçe gölün tuzluluk oranı artmış, bu da göldeki hayatın sonu olmuştur. Fakat iş bununla kalmamıştır. Suların tamamen çekildiği ve çöle dönüştüğü bölgelerde tuz ve yıllarca Aral’a akıtılan tarım ilaçlarının artıkları açığa çıkmıştır. Şimdi bu zehirli karışım, bir ölüm tozu halinde kum fırtınalarıyla halkı zehirlemektedir. Artık Aral Gölü’nün yerinde zehirli Aral Çölü vardır…
İşin daha da garibi, iktisadî kazanç beklentisiyle yapılan bu katliam bugün Özbekistan’a bu açıdan da zarar vermekte. Azatlık Radyosu’nun (Ozodlik Radiosi) verdiği bilgilere göre Aral Çölü’nün Özbekistan ekonomisine verdiği zarar yıllık 44 milyon dolar civarındadır. Bu da zengin bir ülke olmayan Özbekistan için çok ağır bir yüktür.
SSCB’nin Aral üzerindeki adalarda biyolojik deneyler yaptığı, şarbon, veba gibi hastalıkların mikropları ile çalıştığı da iddialar arasında. Şimdi bu adalar çöle karıştığı için bunların da sonuçları olmuş olmalıdır. Ama kimse bilmiyor. Şimdilik…
Bir denizin zehirli çöle dönüştürülmesi, bir halkın zehirlenmesi, çevrenin-vatanın katledilmesi ne pahasınadır öyleyse? Kazanç yoktur. Yıkım topyekûn bir yıkımdır.
Aral, Urmiye, Tuz Gölü, Akşehir Gölü…
Gelgelelim Aral’ın çölleşmesi dünyadaki tek örnek de değil. Biri çok yakınımızda, diğeriyse Türkiye’de olan iki örneği de anmalıyız.
Aral’a benzer şekilde Güney Azerbaycan’daki Urmiye Gölü, İran molla faşizminin tarımsal sulama politikaları sonucunda kurutuldu ve göl yatağı çölleşti.
Türkiye’de ise aynı sebepler, aynı sonucu Konya’da verdi. Konya Ovası’nda üretimi artırmak için başlatılan sulamalı tarım, yeraltı sularından beslenen Türkiye’nin ikinci en büyük gölü Tuz Gölü’nü Tuz Çölü’ne dönüştürmek üzere. Yine aynı bölgede yer alan Akşehir ve Beyşehir gölleri de kuruma yoluna girmiş durumda.
Kısacası felaket öyle çok uzaklarda değil. Talan da, üretim fetişizmi de, doğa-vatan katliamı da 1974 Özbekistan’ında olduğu kadar burada da mevcut.
Çevre-vatanı sadece kapitalizmden mi korumalıyız?
On yıllardır, çevreyi katledenin kapitalizm ve onun doymak bilmeyen kâr güdüsü olduğunu biliyoruz. Kapitalist iktisat açısından çevre ya da bizim açımızdan vatanın ta kendisi olan doğa, sadece bir “piyasa dışsallığı”dır. Yani girdi olarak kullanılırken de, çıktı olarak atığa boğulurken ya da yıkıma uğratılırken de “üreticiye” parasal maliyeti olmayan bir sistem dışı “ürün”dür!
Evet, bu açıdan bakıldığında kapitalizm büyük günahkârdır. Ama peki ya sosyalizm? Geçmişte var olmuş Sovyetik sosyalizmin Çernobil gibi Dünya çapında gündem olmuş ve hâlâ da gündemde kalan çevre yıkımlarının ötesinde bir de Aral Gölü’nün Aral Çölü’ne dönüşmesi gibi daha büyük ama daha az gündemde olan sonuçları da vardır.
Eğer sosyalizmin Sovyetik halini dikkate alırsak şunu teslim etmek gerekir ki çevreyi-vatanı kapitalizm kadar “sosyalizmden” de korumak gerekir. Temel mesele üretim fetişizmi, iktisadî kazanç, büyüme vs olduktan sonra en vahşi kapitalizmle en sert sosyalizm arasında pek fark kalmamaktadır maalesef. Ve bu sadece çevre ile ilgili bir sorun da değildir.
“Türkiye için nasıl bir düzen istiyoruz?” sorusu ve “Vicdan”
Evet, şimdi “Vicdan”ın ışığında kendimize açık ve net bir şekilde sormanın zamanı gelmiştir: Biz Türkiye için nasıl bir düzen istiyoruz? Kapitalizmi ya da AKP’nin şimdiki oligarşik yeşil sermaye kapitalizmini istemediğimiz zaten açıktır. Ancak diğer taraftan üretim fetişisti, çevre-vatan katili, bürokratik, Sovyetik, vicdansız ve bencil kadroların iktidarda olduğu bir sosyalizmi de istemeyeceğimiz de açık değil midir?
Belki de bize rehber olması gereken temel ilke yine “Vicdan”da gizlidir:
“Evet, insanoğlundan geriye bu dünyada yalnızca iyilik kalırmış! Başka şeylerin hepsi, şan şöhret arzusu, yüksek mevki için mücadele, âbıruperestlik*, ‘yalnız ben’ duygusu, bunların hepsi geçici ve yanlış şeylermiş!”
Doğrudur. İdeolojiler ve sistemler önemlidir. Ama vicdan da çok önemlidir. “Vicdanımızın” ve Adil Yakubov’un sesine kulak verelim…
* Âbıruperestlik: Şan, şeref düşkünlüğü.
** Yazıdaki alıntılar elbette ki Vicdan’dandır. (Adil Yakubov, Vicdan, İleri Yayınları, İstanbul, Ocak 2022.)
Aral Çölü ile ilgili haberin bağlantısı ise aşağıdadır.
https://www.ozodlik.org/a/orol-dengizi-qum-zarar/31689601.html