Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde halk cumhurbaşkanını seçmek için bugün sandık başına gidiyor. Daha önce birçok yazıda ifade ettiğim gibi Kıbrıs davasını iki nokta nazarında ele almak gerekiyor.
Birincisi Türkiye’nin jeopolitik konumundan ötürü Kıbrıs adasının önemi ve bu hususta yapılacak işler. İkincisi ise Kıbrıs’taki Türk varlığı ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak yaşamını sürdürebilmesi… Son 15 yılda Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon yataklarının da bu iki esas üzerinde dolaylı etkiye sahip olduğu söylenebilir ancak işin o kısmına bu yazıda değinmeyeceğim.
•••
Gerek sağdan gerek soldan, zaman zaman belli kesimlerin konuyu ya tam anlamadıklarından ya da karşı tarafla ilgili başka tasarrufları olduğundan liberal “yetmez ama evetçi” tayfanın da dolduruşlarıyla “En kötü barış savaştan iyidir” hatta “Kurtulalım bu kamburdan, çözümsüzlük çözüm değildir” gibi safsatalarla Kıbrıs özelinde yapılmış/yapılacak iyi işleri baltalama çabaları ve sırf mevcut hükümeti beğenmiyor diye en sapkın yollara girdikleri görülmektedir.
Kıbrıs için karanlık günler 1878’de başladı. O gün bu adayı üs olarak kullanmaya başlayan Britanya İmparatorluğu 1960’a gelirken durumu o şekilde daha fazla idare edemeyeceğini gördü ve üçlü garantörlük altında bir Kıbrıs Cumhuriyeti formülüne yeşil ışık yaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası iyice düşüşe geçen imparatorluğun eski sömürgelerdeki durumu göz önüne alındığında fazla bir seçeneği yoktu açıkçası ve bu formülle en azından adadaki iki üssü (Agratur ve Dikelya) garanti altına almış oldu.
Diğer garantör devletlerden Yunanistan için de 1960 büyük bir fırsattı. Ama bu maalesef Megali İdea’ nın bir parçası olarak yani saldırgan/genişlemeci yaklaşımın adımı olarak adanın tamamen Yunanistan’a bağlanması (Enosis) şeklinde bir fırsattı.
Şurası açık; Kıbrıs, 1923’de kurulan yeni Türk devletinin de ajandasındaydı ve 1974’deki harekatın hukukî zeminini oluşturması bakımdan 1960 çok önemli bir kazanım olmuştur. Yani adadaki İngiliz egemenliği Lozan’da değişmemişti ama aradan geçen 37 yılda (1974’e kadar dikkate alınırsa 51 yılda) devletin ciddi bir hazırlık yapmış olduğu anlaşılıyor.
•••
O halde herkesin şunu çok iyi anlaması gerekiyor. Kıbrıs, Osman İmparatorluğu’nun son döneminde elden çıktı ama genç Türkiye Cumhuriyeti döneminde buradaki mücadele devam etti. Bu hususta mücadele tüm engellemelere rağmen kesintisiz biçimde devam ediyor ve etmek de zorunda. Türkiye’deki hükümeti beğenmemek elbette bir tercihtir fakat geçmişteki yanlışları yüzünden (Annan Planı vb.) iktidar mücadelesine Kıbrıs’ı karıştırmak hata olur.
Türkiye’de yeni bir hükümet kurulup yeniden eski kodlara dönüldüğü zaman dahi Kıbrıs mücadelesi devam edecek. Bugün bu gerçek çok daha nettir. Nitekim mevcut konjonktürde tüm bağlayıcı kararlara rağmen Avrupa Birliği’nin, ABD’nin ve özellikle İsrail’in ada üzerinde (özellikle güneyde) ciddi nüfuz sahibi oldukları ve Türkiye’yi tehdit eder hale geldikleri dikkatlerden kaçmamalıdır.
ABD’nin Rumlara silah desteği ve İsrail planları çok yakın bir tehdittir ve doğrudan Türkiye’ye değil ama Kuzey Kıbrıs’taki Türk güçlerine saldırmaları ihtimal dâhilinde. Yani İsrail açısından değerlendirecek olursak Suriye’nin kuzeyi gibi Kıbrıs da Türkiye ile bir kapışma sahasıdır.
İşte tüm bu ortamda, Türkiye’deki hükümetle uyum halinde ülkesini yönetme gayretindeki Ersin Tatar‘ın yerine diğer adayları öne çıkarmaya çalışmak Türkiye’deki muhalefetin üstüne bir vazife değildir. Bırakalım ona Kıbrıs Türk halkı karar versin. Ayrıca Ersin Tatar’ın yöntemi yüzde yüz doğru çünkü bu mesele Türkiye ile uyumsuz kotarılamaz. Neticede Türkiye’deki iktidarın kim olduğundan ve kafa yapılarından bağımsız bir durumdur. Şayet Ersin Bey olmayacaksa da “Halkın tercihidir” denir ve yeni cumhurbaşkanı ile yola devam edilir. Geçmişte Mehmet Ali Talat ve Mustafa Akıncı da görev yaptılar ama statüde bir değişiklik olmadı, yine olmayacaktır yeter ki Türkiye bu kararlılığını sürdürsün.

