Yaklaşık 2500 yıldır hep aynı mesele çerçevesinde bir sorgulama yapıyoruz.
Siyaset esas olarak nedir?
Bu hususta bir konsensüs sağlanmış gibidir; Buna göre siyaset esas olarak verginin nasıl toplanacağı ve nerelere kullanılacağı meselesidir.
Bu esaslı soruya verilecek yanıtlar ise bir bakıma kişinin ideolojik temellerini atma sürecidir.
Aristo’nun ifadesiyle “Zoon politikon” yani “Siyasal hayvan” olan insanın, aldığı tavırların hemen hemen tamamı onun siyasi konumlanmasıyla alakalıdır. Bu kaçınılmaz bir biçimde böyledir çünkü kentli insanın dış dünyadan tamamen izole bir yaşam sürdürebilmesi düşünülemez. Şehir devleti Atina’da böyle bir şey ne kadar zor idiyse bugün daha da zordur. Ve insanın bencil doğasında bir değişim olmayacağına göre bu şekilde devam edeceğini varsayabiliriz.
O halde toplumu oluşturan bireylerin birbirlerine bağlılığını ya da birbirlerine “mahkûm olduklarını” söylemek daha yerinde bir açıklama olacaktır.
Bireyleri tek tek topluma karşı sorumlu kılan, onu “iş bölümü” yapmaya, ekonomik çarkın bir dişlisi olmaya zorlayan yalın bir gerçek vardır. Elbette ortak yaşamın düzgün işleyebilmesi için düzenleyici belli kurumların teşkil edilmesi ve en önemlisi de bir bütçenin oluşturulması gerekiyor. İşte en ilkel haliyle de olsa tüm bu bileşenlerin bir devleti tanımladığını söyleyebiliriz.
Tanımlama bu denli basite indirgenerek ortaya konduğunda bütçe üzerindeki tartışma ve dolayısıyla vergi usulündeki hassasiyet daha iyi anlaşılır.
Kuşkusuz vergiyi kimin toplayacağı yani rejimin hangi tür bir rejim olacağı da ciddi bir sorunsaldır. Bu hususta Platon “Ya filozoflar kral olmalı ya da krallar filozof” diyerek idarenin ehil ellerde olmasının halk için en ideali olduğunu, daha açık ifadeyle bilinçsiz çoğunluğun tercihine bırakılarak rastgele belirlenmesinin ciddi sakıncalar taşıdığını vurgulamıştır.
İtiraz noktası kabaca şudur:
Toplum yeterince bilinçli olmadan sorgulayamaz ve rejim çoğunlukçu bir rejim haline dönüşür. Bir süre sonra demagoglar toplumu esir alarak dar bir zümrenin çıkarları doğrultusunda kurmuş oldukları tiranlık rejimiyle halkı tehdit eder hale gelirler.
Ne yazık ki, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzere olduğumuz şu günlerde dahi dünyanın dört bir yanında yaşanan gelişmeler göstermektedir ki, bu itiraz halen geçerli bir itirazdır.
Buradaki arızayı bir anda giderebilmek ise pek mümkün olmamaktadır. Nitekim sorgulamayan insan, özgürlüğünü kendi iradesiyle reddetmiş insandır ve bu haliyle artık birey değil “kul” statüsünde sayılır. Kullar sorgulayamazlar, “devlet baba” ya da “yarı tanrısal otorite” neyi ne şekilde uygun görürse o şekilde kabul etmek ve minnet duymak durumundadırlar.
İşin en sorunlu kısmı ise böyle bir kitlenin rejimi koruyan doğal bir bariyer oluşturmuş olmasıdır.
Bu tip bir koruma katmanı rejim açısından oldukça kullanışlıdır ancak özünde halkı istismar etmekten ve birbirine kırdırmaktan öte bir şey değildir.
Ayrıca devletin kutsallığı o kadar mutlak bir kabul görmektedir ki, karşıt durumların tamamı yine bu kitleler nazarında adeta bir “günah” olarak addedilmektedir…
O halde şöyle soralım;
Helvadan yaptıkları putlara tapan, aç kaldıkları vakit yine o putları yiyen Cahiliye Dönemi putperestlerinden ne farkı var bunun?

