Lozan Antlaşması’na dair yıllardır süre gelen beyhude “hezimet mi? zafer mi?” tartışmaları gerici siyasi anlayışın toplumu sentetik bir algıyla yönlendirme çabasından ibaret olduğunu her yıl görmekteyiz. Lozan, her şeyden önce diplomatik büyük bir başarıdır. Aksinin iddiası, emperyalist güçleri dize getirmiş Türkiye Cumhuriyeti’ni dış ilişkilerinde ve dünya düzeninde itibarsızlaştırma gayretinden başka bir şey değildir. Bu itibarsızlaştırma uğraşları ise; laik, çağdaş bir ülkenin temeline dinamit koyarak ucuz siyasi başarılar elde etme arzusundan ibarettir.
Lozan’a “hezimet” diyenler ise Sevr’i kabul edenlerdir. Türkiye’yi orta çağ karanlığında hayal edenlerdir. “Keşke Yunan galip gelseydi” diyenlerdir. Oysa Lozan bir ülkenin bir ulusun “var olma” belgesidir. Emperyalistlere karşı dik duruşun ve zaferin simgesidir. Bu aşamada belli küçük ayrıntıların nasıl büyük mesajlar verdiğine de şahit olmaktayız. Örneğin; İsmet Paşa’nın çok iyi derecede Fransızca bildiği halde görüşmelerde Türkçe konuşması (zaman zaman çevirmenini bile düzeltmiştir) ulus olma bilincinin bir getirisidir. Yine aynı şekilde kendisine söz verilmeyeceği halde “Lord Curzon konuşma yaparsa ben de yaparım,” diyerek yaptığı konuşma, verilen eşitlik mücadelesinin bir göstergesidir. Hatta konferansta bulunan komisyonların başkan yardımcılıklarına Türklerin getirilmesi de İsmet Paşa’nın baskılarıyla olmuştur. İsmet Paşa’nın bu hamleleri diplomatik stratejinin ve hatta bir bakıma psikolojik olarak kontrol altına almanın bir göstergesidir.
Tarihin her anında diplomatik ve uluslararası başarılar; karakterli bir siyasi duruş, stratejik üstün zekâ ve kararlı bir şekilde dikte edilen savların ürünü olarak meydana gelir. Lozan görüşmelerinde on bir devlete karşı tek başına yaptırım uygulayan bir gücün elde ettiği başarıyı, hezimet ya da başarısızlık olarak görenin nasıl bir gafletin içerisinde olduğunu da iyi tahlil etmek gerekir!
Bu vesile ile temcit pilavı gibi devamlı gündeme getirilen Lozan’ın uydurma yalanlarından biri olan “on iki adanın verilmesi” konusuna da açıklık getirmek lazım. Bir takım yazar ve araştırmacılar(!)) on iki adanın Lozan ile verildiğini iddia ederler ve hatta siyasilerin birçoğu da şuursuzca bu savı topluma propaganda aracı olarak kullanır. Fakat tarih öyle söylemiyor. On iki adanın akıbetini öğrenmek için 1911 İtalya’nın Trablusgarp saldırısına ve 1912 Uşi Antlaşması’na bakmak lazım. Uşi Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı sonuna kadar on iki adayı İtalya’ya bırakıyor. Ancak hemen arkasından gelen 1. Dünya Savaşı’nda İtalya ve Osmanlı Devleti karşı karşıya gelince adalar İtalya’da kalıyor. Yani 1912 ve 1914’te Adalar fiilen elden çıkıyor. Lozan Antlaşması’nın 15. maddesi ise sadece bu durumun onaylandığını gösteren bir maddeden daha fazlası değildir. Hatta daha sonra İtalya; 2. Dünya Savaşı ardından 1947 Paris Konferansı ile Adalar’ı Yunanistan’a bırakmıştır. Ayrıca Adalar konusundan yola çıkarak Türkiye’nin toprak kaybını gündeme getirenler şunu unutmamalıdır ki; Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Sevr Antlaşması yırtılmasıydı sahip olacağımız toprak miktarı kalıcı olmamakla birlikte 480 bin kilometrekareydi. Savaş sonrası Lozan’da Türkiye toprak miktarını 1939’da Hatay’ın da ülke topraklarına dâhil edilmesiyle 783 bin kilometrekareye ulaştırmıştır.
Diğer bir yandan Lozan sürecinde İngiliz diplomat Sir Andrew Ryan’ın sözleri antlaşmayı İngilizler açısından şu şekilde özetlemektedir; “Lozan’da onursuz bir barış imzaladık. Bu, İngiltere’nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür.” Bu sözlerden sonra aklıma şu soru gelmiyor değil; İngilizler bu denli rahatsız olmakta kendilerince haklı olabilirler fakat bizim içimizden bazılarının Onlarla aynıyı duyguyu paylaşmaları hangi fikrin ve ya hissin ürünüdür? “İçimizdeki İrlandalılar” deyimini “İngilizler” olarak değiştirsek mi acaba?
Peki bu Lozan düşmanlığı ne zaman başlamıştır? Yazımın başında kullandığım bir cümlede geçen “Keşke Yunan galip gelseydi” sözünün sahibi Kadir Mısıroğlu’nun 1965 yılında yazdığı üç ciltlik “Lozan zafer mi, hezimet mi?” kitap serisi, bu gerici ve sentetik algının ilk kıvılcımıdır. Yıllar içerisinde bu ve bunun gibi aslı astarı olmayan tarihsel yalanlar gerek alternatif tarihçiler yoluyla gerek siyasiler vasıtasıyla günümüze kadar tekrar tekrar ısıtılıp getirilmiştir. Çünkü ideolojinizi ve siyasetinizi hayatta tutabilecek doğrularınız yoksa çarpıtılmış tarih ve iftiralar ile onlara sadece suni teneffüs yapabilirsiniz. Bu da yalan, mum ve yatsı üçgenin içinde son bulur!
Şu aşamada ise önemli olan ülkenin kuruluş değerlerine millet olarak sahip çıkabilmektir. Ulus olabilmenin koşulları arasında; kazanılan bağımsızlığın yanı sıra uluslararası arenada da dik duruş sergileyip, yaptırım gücünü elde tutabilmek çok fazla öneme sahiptir. Bu yüzden Lozan; bağımsızlık savaşından yeni çıkmış bir milletin, ulus olabilme yolundaki en büyük adımıdır. Ve unutulmamalıdır ki Lozan, 1. Dünya Savaşı sonrası imzalanan antlaşmalar arasında günümüze kadar ulaşmış hala geçerliliği olan tek antlaşmadır.
Millet olarak tarihte kazanılan savaşlarla gurur duyduğumuz kadar, kazanılan diplomatik zaferler ile de gurur duymalıyız. Değişen dünya düzeninde savaşlar yerini daha fazla diplomasi ve dış politika ile yürütülen stratejilere bıraktı. Uluslararası siyasi fonksiyonlar, diyaloglar diplomatik uygulamaların ağırlığını arttırdı. Ülke olarak yeterli derecede yatırım yapmadığımız bu alan, gelecekteki sistemin en belirleyici unsuru olacaktır. Bu yüzden Lozan gibi diplomatik başarıları daima hatırlamalı ve örnek almalıyız. Çünkü bu; Türkiye’nin dış politika kabiliyetini körükleyecek ve mutlaka olgunlaştıracaktır.