Bu başlığın büyük bir tartışma yaratacağını ve fincancı katırlarını ürküteceğini de biliyorum ama birinin kral çıplak demesi gerekiyor…
Yazılarım dikkatle takip edilirse fikri takip içinde olduğu ve aralarında bağlantı bulunduğu görülecektir.
Medyaya eskiden “dördüncü kuvvet” denirdi; yasama, yürütme ve yargıdan sonra, halkın sesi, toplumun vicdanı, gerçeğin aynası olarak görülürdü. Oysa bugün bu tanımın içi büyük ölçüde boşaldı. Artık medya çoğu zaman kendi başına bir güç olmaktan çok, bir gücün sesi, bir çıkarın aracısı hâline geldi. Bu değerlendirmemi genel olarak yapıyor, bu nitelemenin dışında olduğu iddiasında olan medya organlarını saygıyla karşılıyorum. Kaldı ki, arınmayı amaçlayan bir tartışma açmak istiyorum.
Bilinmelidir ki, bu dönüşümün temelinde iki büyük dinamik yatıyor: mülkiyet yapısı ve teknolojik dönüşüm.
Birincisi; büyük medya kuruluşlarının sahiplik yapısı, artık neredeyse tamamen sermaye gruplarına, devletle iç içe geçmiş holdinglere, küresel finans ağlarına bağlı. Bu durumda medya, “kimin sesi?” sorusunu sormadan anlaşılamıyor. Gazetenin logosundan önce, sahibinin kim olduğuna bakmak gerekiyor.
İkincisi ise; teknolojik çağın getirdiği yeni medya düzeni. Sosyal medya, dijital platformlar ve yapay zekâ destekli içerik üretimi, klasik gazeteciliğin alanını daralttı. Artık herkes bir haber kaynağı, herkes bir yorumcu. Bu da bilgiyle dezenformasyonun, haberle propagandanın birbirine karıştığı bir kaos yaratıyor. Gerçeğin sesi artık en çok bağıranın sesiyle karışıyor.
Bunların yanında siyasetin ‘Algı Yönetimi’ başlığı altında yeni bir kalıba girmesi de bu süreci kolaylaştırıyor. ‘Algı Yönetimi’, gerçeğin halktan gizlenmesinin çağdaş yöntemlerinden biri ve en önemlisidir.
Medya yönlendiriyor mu, yoksa yönlendiriliyor mu?
Bu soruya yanıt, ülkeden ülkeye, hatta konudan konuya değişiyor.
Batı demokrasilerinde bile medya artık “bağımsız” değil; çünkü finansal kaynaklarını reklam verenlerden, teknoloji devlerinden, siyasete yön veren düşünce kuruluşlarından alıyor.
Türkiye gibi ülkelerde ise medya çoğu zaman “iktidarın uzantısı” ya da “muhalefetin aracı” hâline geliyor. Bu durum, halkın haber alma hakkını değil, güç sahiplerinin kendi hikâyelerini dayatma hakkını güçlendiriyor.
Bir dönem Noam Chomsky “Manufacturing Consent” adlı kitabında bunu şöyle tanımlamıştı:
“Medya, halkın rızasını üretir.”
Yani medya artık bir gözetleme değil, bir yönlendirme aygıtıdır; ne düşünmemiz gerektiğini değil, ne hakkında düşünmemiz gerektiğini belirliyor.
Günümüzde haber üretimi artık yalnızca gazetecilerin elinde değil. “Influencer”, “YouTuber”, “podcaster”, “X fenomeni” gibi yeni aktörler, klasik medyadan daha etkili hale geldi. Ancak burada da tablo masum değil: Dijital medya devleri —Google, Meta, X, TikTok— görünüşte tarafsız platformlar olsa da, algoritmalarıyla kamuoyunu yönlendiren yeni güç merkezleridirler.
Bu anlamda en isabetli tespiti: “Artık medya gücü yok, güçlerin medyası var” olmaktadır.
Bu cümle, hem klasik medya düzenine hem de dijital medyadaki güç asimetrisine ayna tutar. Çünkü “kimin sesi çıktığı”, “kimin susturulduğundan” daha belirleyici hale gelmiştir.
Peki, çözüm var mı, ne yapılabilir? Pek kolay değil ama
* Medya okuryazarlığı artık temel bir yurttaşlık becerisi olmalı. İnsanlar sadece haber okumayı değil, haber sorgulamayı da öğrenmeli.
* Bağımsız medya girişimleri, ekonomik olarak desteklenmeli; kamu kaynaklarının adil dağıtımıyla çeşitlilik korunmalı.
* Dijital şeffaflık yasalarıyla algoritmaların, reklam dağılımının ve içerik politikalarının denetlenebilir olması sağlanmalı.
* Gazetecilik yeniden “etik ve kamu yararı” eksenine dönmeli; hızın değil, doğruluğun ödüllendirildiği bir sistem kurulmalı.
Sonuç olarak, medya bir zamanlar gücü denetliyordu; şimdi gücün diliyle konuşuyor.
Toplumlar, gerçeği yeniden bulmak istiyorsa önce bu bağımlılığı görmek zorunda. Çünkü özgür bir medya, bir ülkenin vicdanıdır; o vicdan susarsa, demokrasi nefes alamaz.
Bağımsız Medya, Halkçı Siyaset arayışını sürdürmeliyiz…

