Almanya‘da seçimler yapıldı ve şimdi birçok açıdan değerlendirmeye tabi yeni bir durum ortaya çıktı. Son anlara kadar yüzde beşlik ülke barajına yakın seyreden iki partinin baraj altında kalmalarıyla beraber durum artık daha net.
İdeal bir seçim sistemi üzerine yaptığım çalışmaları derlediğim En Demokratik Aritmetik adlı kitabımda da ele aldığım Almanya seçim sistemi tüm diğer ele aldığım ülkeler arasında tartışmasız belki de en karmaşık olanıydı. Türev ve integral hesabı hariç her işlemin yapılıp adeta istatistiğin nirvanasına varıldığı karma adaylı nisbi temsil ya da kişiselleştirilmiş nisbi oran esaslı oylama adı verilen bu modelde 299 eş seçim çevresinde, seçmen sahip olduğu iki oy hakkıyla en az 598 üyeli Almanya Federal Meclisi’ni (Bundestag) belirlemiş oluyordu. Fakat bu karmaşık sistemde sayının 800’lere yaklaştığı da olmuştur. Bu son seçimin sonuçlarına göre ise meclis 630 sandalyeden oluşacak.
Seçimin galibi Hıristiyan Birlik partilerinden CDU lideri Frederich Merz’in yine kendi ifadesiyle Paskalya’dan önce (yaklaşık bir ay içinde) yeni hükümetin göreve başlamasını bekliyoruz. Kurulacak yeni hükümetin muhtemel başbakanı Merz’in iki açıklaması genel gidişata etki edebilmesi bakımından oldukça önemli bir göstergedir. Bu açıklamalardan ilki, Ukrayna’daki savaş üzerinden ABD ile yaşanan gerginlikte kendilerinin kesin bir biçimde Rusya’nın saldırganlığına karşı duruşlarından taviz vermeyeceklerinin altını çizmesiydi. Buradaki cevap fırsatçılık yapan Rusya kadar ABD’ye, daha doğrusu Trump yönetimindeki mevcut ABD hükümetinedir. Rusya’yı tamamen karşı tarafa atıp ebedi düşman haline getirmediği müddetçe kendi içinde tutarlı bu konsepti de aslında iyi anlamak gerekir. Sonuçta Avrupa Birliği, iki büyük dünya savaşından ders çıkarmış Avrupa ülkelerinin Sovyet Rusya kadar ABD’ye karşı da iktisadî ve siyasi bir birlik oluşturma projesiydi. Şu halde Merz, Batı merkezli siyasi hegemonik yapının özüne doğrudan bir eleştiri getirmiyor; Klasik Alman sağ siyaseti yaklaşımıyla, o yapının şimdiye kadar geldiği haliyle yani anti-Sovyet (şimdi anti-Rus) ve hatta yer yer İslamofobik biçimde devamından taraf.
ABD’nin, AB’yi artık eskisi kadar güçlü görmemesi, yükselmekte olan Çin ve kendileri için tehdit sayılabilecek unsurlar karşısında yeni yerlere göz dikmesi ve bu arada Avrupa’yı Ukrayna’da yüz üstü bırakması, gayet doğaldır ki bu konseptin yeni siyasi aktörlerinde önceden de var olan Amerikan şüpheciliğini şu günlerde daha da güçlendirecektir. Çünkü buradaki değişim Trump’ın kendisi ve ekibinden ziyade daha çok doktrinel çatışmalar ve müesses nizamın dış politika setine o paralelde getirdiği bir güncellemeden kaynaklanıyor gibi duruyor, en azından farklı okumalar neticesinde bu kanıya varmak gayet mümkün. Almanya’da işbaşı yapacak yeni hükümet şayet AB üyeleri ve diğer müttefik ülkelerle bu hususta ortak bir politik yol takip edebilirse Almanya’daki Amerikan askeri varlığı da dahil olmak üzere ABD’nin pek de hoşlanmayacağı konular gündeme gelebilir. O açıdan ilişkileri daha da gerecek yeni hamleleri beklemek yerinde olur.
Merz‘in ikinci mühim açıklaması ise AfD hakkında yaptığı ve partinin tamamen bir konjonktür partisi olarak öne plana çıktığı, sorunlar çözüldükçe de inişe geçeği yönündeki açıklamaydı. Seçim öncesinde göçmen karşıtı politikalarda birlikte hareket ettiklerinde “Acaba koalisyonda da birlikte olurlar mı?” sorularının sorulduğu ortamda gelen bu açıklama da yine aynı şekilde AB karşısında o veya bu sebeple güç biriktiren kesimlerin canını sıkacak türden, Almanya ve AB’nin geleceği adına ise bir o kadar umut verici sinyallerdir.
…
Şunu kabul etmek gerekir ki, merkez sol SPD ve geniş manada sol bu seçimde ciddi hırpalanmış ve pazarlık gücünü kaybetmiştir. Sol adına tam bir fiyasko sayılabilecek Yeşiller’i (Bündnis 90/Die Grünen) ve ayrı bir yazının konusu olacak aşırı soldaki partileri bir kenara koyacak olursak SPD’nin bu tarihi hezimetten sonra yapacağı en doğru hamle kayıtsız şartsız CDU liderinin koalisyon teklifini kabul etmesidir. Bunu yapmazlarsa sonuçlardan ders çıkarmamış ve Alman Merkez sağını AfD ‘nin kucağına itmiş olacak ve daha büyük tepki çekecekler; buna ek olarak da o tepkinin oluşturacağı fırsatı muhtemelen iyi değerlendirecek Hıristiyan Birlik partilerinin uzunca bir dönem Almanya’yı yönetmelerinin önünü açmış olacaklar. Ortaklığı kabul etmeleri ve mutedil tüm çevrelerin talebine uygun biçimde Büyük Koalisyon’a (Gross Koalison/GroKo) evet demeleri halindeyse hem bir sonraki seçimler için yeniden birinci partisi olma iddiasını sürdürebilecek hem de bu önemli dönemeçte görevden kaçmayarak bir anlamda durumu telafi etmiş sayılacak.
Aslına bakılırsa Elon Musk ve benzerlerinin tüm desteğine rağmen AfD’nin almış olduğu oy o kadar da büyük bir başarı sayılmaz. Ancak doğudaki tüm eyaletleri silip süpürmeleri ve genç seçmendeki karşılığı dikkate alındığında tehdit halen çok sıcaktır. Belki demokratik teamülde kulağa hoş gelmeyecektir fakat yalnızca Almanya için değil AB’nin geri kalanı ve hatta Türkler için de tehdit niteliğindeki bu oluşumun behemehal boğulması şarttır.
…
Sandık sonuçlarından çıkan ilk çarpıcı veri yüzde 84’lük rekor katılım oranıydı ki, önceki seçimlerde Avrupa ülkelerindeki katılım altmışlarda gerçekleşse onu bile yeterli bulurduk. Fakat bu tek başına okunacak bir veri değildir zira tüm olağanüstü koşulların ve tepkinin bir yansıması olarak değerlendirmek daha doğru olur. Ayrıca bu yüksek oranları her durumda olumlamak gibi bir ön kabul demokrasiyi salt sandığa indirgeyen dayatmacı görüşlerin bir savunusudur ki, kesinlikle reddedilmesi gerekir.
Yine bir başka sonuç, Almanya’nın iki buçuk parti sistemi etkisinde olduğu yıllardan bu yana anahtar partisi olmuş, neredeyse tüm koalisyonlarda yer alarak Alman ekonomisinin gelişiminde ciddi yararlılıklar göstermiş liberal kimlikli FDP‘nin baraja takılmasıdır. Bunun birçok sebebi var fakat yine de demokrasi adına çok acı verici olmuştur. FDP’nin meclis dışı kalışının aritmetik olarak AfD’yi dışarıda bırakacak iki partili koalisyonu (GroKo) olanaklı hale getirmiş olması ise bir nebze teselli sayılabilir.
…
Federal meclise giren Türk kökenli vekillerin zaten bir fayda üretebileceklerini pek sanmıyorum. Ancak, bu seçimler kuşkusuz Almanya’daki Türkler kadar Türkiye açısından da anlamlar taşıyor ve bu vesileyle bir defa daha özellikle belirtmek isterim ki, bu konuda ideolojik saplantılarla öne sürülen her fikir ciddi yanılgılar içermektedir. Almanya öyle birilerinin zannettiği gibi Türkiye’nin batmasını istemiyor. Onca yükü Türkiye’nin sırtına yüklemiş ve üstüne üstlük ticari ortaklıkları sayesinde Türkiye pazarından iyi paralar kazanıyorlarken neden böyle bir şey istesinler? Benzer şeyler Türkiye tarafından bakınca da görülebilir. Türkiye, Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa’ya ciddi miktarda mal ve hizmet ihraç ediyor, ayrıca gelen işçi dövizleri cari açığın düşürülmesinde katkı sağlıyor. Şimdi hangi mantıkla ve kimler buradaki bir siyasi krizden medet ummaktadır, anlamlandırabilmek gerçekten mümkün değil. Onun yerine burada dengesiz bir ilişkinin olduğunu ama düzeltilebilirse kazan-kazan modelinin daha iyi çalışacağını ifade etmek daha doğru olacaktır. Ancak siyasetin hamasetle yürüdüğü ülkelerde ne yazık ki bu tür fikirler ve incelikler pek prim yapmıyor.