Biraz Akdenizlilikten biraz da ekonomik koşulların tetiklediği hayaller dolayısıyla olsa gerek, futbol ülkemizde seviliyor ve tutuluyor. Popülerleşmek bakımından tarihsel arka planı İttihat Terakki’nin İdman Yurdu, İdman Ocağı pratiklerine götürülebilecek bu oyun, aynı zamanda işgal yıllarında ulusal bir direniş aracı olma özelliği taşıyor.
Cumhuriyet boyunca da büyük şehirlerde ve kasabalarda “Demirspor”, “İdman Yurdu”, “İdman Ocağı” v.b. geleneklerle bir örgütlenme aracı olmuş ve kültür tarihimiz açısından da önemli bir disiplin alanı… Ancak bu yazıda futbolun Türkiye’nin tarihsel serencamı ile yaşadığı değişim üzerinden, özellikle de 12 Eylül ile birlikte, futbolun yaşadığı dönüşümün gerici uygarlık-ulus düşmanlığı ile ilişkisini irdeleyeceğim.
12 Eylül öncesi gecekondu mahallelerinde örgütlenen direniş pratikleri mülkiyeti insancıl bir edimle eşitleyen bir anlayışa sahipti. 12 Eylül sonrasında ise gecekondular ranta açılırken büyük şehirlerde tutunma aracı görülen hemşericilik de rant ile semiren gecekondu sahipleriyle eş güdümlü olarak siyasi ve ekonomik rant dağıtım merkezi politikası haline geldi.
80’ler Türkiye’sinde sadece cemaatler-tarikatların örgütlenmesi desteklenmedi, hemşericilik neoliberal siyasetin “Ağlayan Çocuk Çiko” görselli ilintisi oldu… İmkân buldukça hırsını açığa vuran, kendini gemleyemeyen bir arsızlıkla, en ufak bir karşı çıkış karşısında dağılan öz güvensiz bir korkaklık ve buna eşlik eden kendini acındırma politikası… Hınç ve garez dolu intikamcı taşracılık, devlette nepotizm örgütlenmesini bu sayede meşrulaştırırken, gecekondu arsa rantı ile birlikte senede dayalı gayrimenkul mafyacılığı, mahallelerdeki ilerici örgütlenmelerin yerini aldı…
Tüm bu aktörler, en çok da futboldaki reklam, gösteriş ve piyasalaşma tekniği üzerinden kendilerini var etti. 80’lerle birlikte artık seçimler, iyiden iyiye köycü, yöreci, bölgeci hemşericilik tiplerini pekiştirerek ekonomik rantı paylaşmak için yapılır oldu… Devlet, siyasal İslamcılar için dar’ül harptı, laik devlet elbette ki tüketilmesi ve paylaşılması gereken düşman ganimeti olarak ele alındı, bölgesel gericilik de devleti kazanılması gereken komşu köylü toprağı olarak görüp parselledi.
Son 20 yıla damgasını vuran sadece pür din kaynaklı gericilik tipleri değil aynı zamanda tüm bir bölgeci, yöreci, şehirci gericilik tipleri oldu. Bugün plaka numarası üzerinden kendine kimlik devşirmeye çalışan bir kimliksizlik söz konusu… Şehirleri Katar başta olmak üzere Körfez Araplarına gayrimenkul rantı olarak yağmalatılırken, cebe attıkları sıcak para ile ümmet olduğunu keşfedenler, hızla mülksüzleşip güruhlaşıyorlar, aynı zamanda futbol üzerinden bastırılmış kimlik karmaşasını dışa vuruyorlar…
Bakanlık paylaşımı üzerinden tesis edilen cumhuriyet ve kamu yağması, adi ilkellik boyutunu çoktan aşmışken Trabzonspor ise futbol lobisinde hemşerici gericiliğin bir temsili olarak aldığı pay ile kendini görünür kılabilen bir yapılanmaya dönüştü… Ardındaki siyasi rantla kimlik sorunları had safhaya ulaşan ve bunu da aksine hemşerici kimliğine daha da çok hapsolarak gidermeye çalışan bir nüfus, kendini Körfez sıcak parası karşılığında köylerine kadar yağmalatıp sefaletlerini bir trajikomedi olarak yaşarlarken kulüp de tüm sıkışmışlığı kendinde toplayan bir mecra haline geldi.
Öte yandan Fenerbahçe, bundan farklı olarak kulüp ve yönetim düzeyinde aristokratik kökenli ancak cumhuriyetçi, burjuva cumhuriyetçi ve halkçı cumhuriyetçi bir tabakalanma üzerinden varlığını sürdürdü… Ergenekon soruşturmalarında çoğu siyasinin ödemeye cesaret edemeyeceği bedelleri ödedi… Galatasaray’ın Sultanî geleneği önce FETÖ, sonra da siyasi iktidar tarafından imha edilip dönüştürülürken, en azından “zararsız hâle” büründürülürken, kulüp ise bunun karşılığını bir başka “bölgeci” Adnan Polat döneminden itibaren fazlasıyla aldı. Beşiktaş’ın Demirören serüveni ise malum…
Fenerbahçe düşmanlığının siyasal veçhesini de unutmamalı… Son Fenerbahçe-Trabzonspor maçında yaşananlar da tüm bu gerilimin tezahür etmesinden başka bir şey değil… Gün geçtikçe mülksüzleşen ve kimlik karmaşası yaşayan güruhlar, Körfez zenginliğinin maddi parlaklığına hayran olup aynı zamanda bu sermaye gücü altında ezilirken, şehir milliyetçiliklerini Afrikalı, Avrupalı ve Türk emekçi çocuklarına saldırırken hatırladılar…
Futbol dünyada piyasalaşalı, küresel ölçekte siyaset ve mafya oyunlarına alet olalı çok oldu… Türkiye’deki serencamı da neoliberal taşralı bir boyutla sürdü… Elbette bu koşullarda herhangi kulübün piyasalaşma oyunlarından azade olduğunu iddia etmek, büyük İslam Çupi’nin beyefendi naifliğini sürdürmek olur… Ancak onun da bu devirde karşılığı yok… Mesele, futbol kulüplerinin siyasi pozisyonlarını görürken ekonomik rantın taşralı iz düşümünü de takip edebilmek…
Bitirirken; İttihat ve Terakki iktidara geldiğinde yaptığı ilk iş Yeşilköy’deki Emperyalist Rusya’nın kendi işgalini taçlandırmak için diktiği abideyi imha etmek oldu… O zamana kadar bu her nedense ne Abdülhamid’in ne de Hamid’in gerici örgütlenmelerinin aklına gelmemişti… Bir kısım çürümüş bürokrasi talimatçısı paşa birbirine gül ile bülbül masalı anlatırken, ülke dinci ve etnikçi çıkar grupları tarafından çoktan parsellenmişti bile…
O anıtın dâhili boyutları asla ve asla unutulmamalıdır… O dâhili boyutlara dair unsurlar, o zaman Hamid’in nasıl da denge sağladığı ülkeyi koruduğu hikâyelerini anlatıyordu. Realitede Balkan Harbini hazırlayan felaketler zincirini, çiftlik niyetine satılan Kıbrıs’ı, Bosna’yı, Yanya’yı perdeliyorlardı… O dönem spor ise ulusçu devrimcilerin pratiği olarak tezahür ediyordu.
Bugün ilerici cumhuriyetçi siyaset de neşter vuracağı kangrenli bölgeleri çok iyi tanımalıdır… Zira kangren olmuş bir yapıyı ortadan kaldırmak, bir acımasızlığın değil, merhametin göstergesidir… Bugün herhalde her şey cumhuriyeti pratikte somutlamak ve hakikatte payidar kılmaktan geçiyor.
Refik Karaferye