Enver Aysever arada sırada Mansur Yavaş ile ilgili tweet atıyor. Yaptığı her paylaşım da yandaş medyada haber oluyor. “Enver Aysever’den Mansur Yavaş’a çok sert eleştiri.”
Bu hafta Enver Aysever “muhalif” kadrosundan çağırıldığı Habertürk’te yine Mansur Yavaş’a saldırdı. 3 ayda bir yinelenen haber yine yandaş gazetelerde yer aldı: “Muhalif cephede çatlak! Mansur Yavaş aday olursa asla oy vermem.”
Enver Aysever garip bir insan. İlkel etnik dürtülerle hareket ettiğini herkes biliyor ama aynı zamanda ultra “enternasyonalist” olduğunu kabul etmemizi istiyor. Bu yüzden Mansur Yavaş’a destek olmaktansa AKP saltanatı devam etsin bile diyebiliyor.
Gerekçesi ise fantastik. “İyi bir komünist” olmaya çalıştığını iddia ediyor. Bu yüzden asla milliyetçi kökenli birine oy veremezmiş. Mansur Yavaş’a ilkesel olarak karşıymış. Habertürk’te söylediklerini aktarıyoruz: “Ben Mansur Yavaş’ın hizmetlerini takdir ediyorum, çok iyi işler yapıyor. Fakat bir solcu olarak Mansur Yavaş’a oy vermem. Çocuklarımın yüzüne nasıl bakarım?”
Enver Aysever çocuklarının yüzüne bakabilmek istiyor. Bu çok yerinde, ahlaki ve insani bir duruştur. Çocukları biraz büyüyünce arama motorunda babalarının adı ile birlikte yolsuzluk ve yazarlık sözcüklerini aradığında, babalarının dünyanın en pahalı “yazarlık eğitmeni” –ne demekse- olduğunu öğrenecekler. Babalarının iddialara yanıtlarını, nihayet o parayı almadığını, ihalenin iptal edildiğini, İzmir BB’nin açıklamalarını okuyacaklar. Akıllarına ne komünizm ne de Mansur Yavaş gelecek. Umarız Enver Bey’in açıklamalarından da tatmin olacaklar. O da çocuklarının yüzlerine gocunmadan bakabilecek.
Bunları Enver Bey’i utandırmak için yazmıyoruz. Kendisi Mansur Yavaş’a oy vermeyi utanılacak bir eylemmiş gibi yansıttığı için yazıyoruz. Herkes had bilmeli. “İyi bir komünist” olmak da, “iyi bir milliyetçi” olmak da zordur ama çok onurlu bir tavırdır. Mansur Yavaş’a oy vermek de asla utanılacak bir şey değildir. Ankaralılar ise bugün birbirinin veya çocuklarının yüzüne utanarak değil, AKP karanlığında büyük bir gedik açtıkları için gururla bakıyorlar. Kimsenin de bir belediye ile ihale ilişkisi falan yok. Sıradan yurttaş kaygısı bu. Oyuna, memleketine, çocuklarının geleceğine sahip çıkmak meselesi bu. Utanacak kimseler, bu vatanseverliği ve birliği küçümseyenlerdir.
Meseleyi Enver Bey komünizme getirdiği için, biz kendisine Nazım Hikmet’in “Milli Gurur” isimli makalesiyle yanıt vermek istiyoruz. Enver Bey yıllarca CNNTürk’te program yaptı. Büyük sermayenin “komünistlik” okulunda derecesi eminiz çok yüksektir. Nazım Hikmet’i de çok sever ve hakkında kitabı da vardır. CNNTürk’ten kazandığı kadar kazanmamış olabilir bu kitabından. Ancak nihayetinde Enver Bey’in kullanmayı sevdiği bir değer Nazım Hikmet. Acaba Nazım’ın bütün eserlerini okudu mu kendisi?
Enver Aysever’e göre milli gurura sahip olmak, ulusalcılık veya milliyetçilik farksızmış. Hepsine düşman. Hepsi ırkçılığa ve şovenizme çıkıyormuş. O denli “solcu.”
Nazım Hikmet de aynı suçlamayla karşılaşmıştı 90 yıl önce. Şeyh Bedrettin destanını yazdığı için kendisini “şovenist” olmakla suçlayan sözde solculara “Milli Gurur” isimli makalesiyle yanıt vermişti. Daha sonra bu makaleyi bizzat ayrı bir kitap olarak Nazım Hikmet bastı. Yani bir solcunun milli gururu olmasını bu denli önemsiyor, konuyu bir edebi tartışmadan öte önemli teorik bir polemik olarak ele alıyordu.
Makalede Lenin’den de alıntı var. Enver Bey, Nazım Hikmet’ten de süper solcu olduğunu iddia edebilir. Neme lazım. Belki Lenin sakinleştirir kendisini. Bu alıntıda Lenin bizzat Rus milli gururunu savunuyor, proleter devrimcilerin gerçek milli gurura sahip olduğunu açıklıyor. Ancak Lenin aynı zamanda Rusya’nın Lehistan, İran, Ukrayna’daki sömürgeci ve gerici zulümlerine açıkça karşı çıkıp, gerçek Rus milli gururunu bu gericiler temsil etmez diyor. Birden aklıma Enver Aysever’in vatanını savunan Ukraynalıları “neo-nazi, Amerikan uşağı” olmakla suçlayan paylaşımları geliyor. Demek Lenin de “iyi bir komünist” olamamış. Hem “milli gurura” sahip çıkıyor hem de Ukrayna’daki Rus milli zulmüne karşı çıkıyor.
Biz daha fazla uzatmadan, “Milli Gurur” makalesinin kelimesine dahi dokunmadan, sözü Nazım Hikmet’e veriyoruz. Makalesinde bahsettiği “milli gururu” kıskançlıkla savunan Balkan göçmeni komünist Ahmed’in Nazım’ın kaleminden öyküsünü de ekliyoruz. Her türlü milli değere karşı olmayı solculuk sanan büyük CNN “komünisti” Enver Aysever’e, Kuvayı Milliye cephelerinden, “Doğu Halkları Üniversitesi”nden ve zindanlardan mezun, komünist şair Nazım Hikmet’ten yanıt:
“Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl ve Ahmedin Hikayesi: Milli Gurur”
“«Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı» risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.
Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir kelime bile ilâve edemiyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.
Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.
Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.
Açılan öğle güneşinin altında Sinan’ın Süleymaniye’si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.
Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.
Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alakası yoktur.
Süleymaniye, benim için, halkımızın dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.
İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye’mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı» isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.
***
Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED’İN HİKÂYESİ» diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.
Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:
«Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:
— Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.
Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demisti ki:
— Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35’inci numarasında ne yazmıştı?
Eğer Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat «Sosyal-Demokrat»ın 35’inci numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35’inci numarada neler yazılmış olduğunu hatırlıyamadık. Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. — Zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder — ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:
«… Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10’unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asılzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev’i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır…
«… Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin nümunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.
«Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefet ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan’ın, Lehistan’ın, İran’ın, Çin’in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukranya’yı ezmek, İran’da ve Çin’deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof’lar, Bogrinski’ler, Purişkeviç’ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan’ın, Ukranya’nın v.s.’nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur.»*
Lenin’den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle:
— Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin’i, Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemâl’i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10’u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»
«Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin’in materyalizmiyle Spinoza’nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:
Bana Ahmed:
— Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.
Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed’in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.
Ahmed’e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,
Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü bugüne
bugünü yarına bağlayın!
diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.
* Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83’de (rusların millî gururu) isimli makaleyle – ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35’inci numarasında çıkmıştır – Ahmed’in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed’in tercümesini aynen aldım.
Tornacı Şefiğin gömleği
Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki deniz ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile gayet iyi hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum. Dönüp baktım. Tornacı Şefik. İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş:
— Bu gece uyumadın galiba, diyor.
Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri gelmiyordu. Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar. Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını kaybediyor. Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli olan sert çizgileri yumuşuyor.
Koğuşun kapısı dışardan açıldı. İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar.
Şefik soruyor:
— Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?
Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:
— Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm. Nah şu pencerenin arkasına geldi. Yekpare ak bir gömleği vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu yan yana, daha doğrusu onun rehberliğiyle yaptım..
Tornacı Şefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:
— Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın. Bak, dün gece asmıştım. Hâlâ pencerede..
Ben de gülüyorum. Simavne Kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornacı Şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum. Şefik gömleğini sırtına geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları «yolculuğumu» öğrendiler. Ahmed:
— Bunu yaz işte, diyor. Bir «Bedreddin destanı» isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın…
Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum.
Ahmedin hikâyesi
Balkan harbinden önceydi. Dokuz yaşındaydım. Dedemle, Rumelinde, bir köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş bir bıçak gibi keskin kışlarından biri.
Köyün adını hatırlıyamıyorum. Yalnız, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı.
Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gâvurdular. Belki kızılbaştılar. Ama, tam da kızılbaş değil.
Köye girişimiz hâlâ aklımdadır. Güneş battı batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar.
Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı. İri, alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek. Havlıyordu.
Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor.
Ben, «Ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım. Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:
– Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın?
Dedem arabadan indi. Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi. Konuştular. Sonra köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.
Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır. Bunlardan çoğunun mânasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş, kimisine kızmışımdır. Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir olmamıştır.
Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın, hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu.
Onun kalın sesi diyordu ki:
— Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde, çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana ağır ağır sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at. Bedreddinin asıldığı ağacın altına geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti. Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi. En gençleri oydu. Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü. Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar. Atlılar gidince delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.
Dedem soruyor:
— Bunun böyle olduğuna emin misin?
— Elbette. Bunu bana anamın babası anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider…
Odada bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar. Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor.
Bakır sakallının sesini duyuyorum:
— O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.
Dedem gülüyor:
— Sizin bu itikadınız, diyor, hırıstiyanların itikadına benziyor. Onlar da, İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ müslümanların içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır.
Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık vermiyor. Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var. Kavga eder gibi konuşuyor:
— İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte.. Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.
Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum.”