Geçenlerde bir radyo yayınında konu hakkında gayet bilgili olduğu kanaatine vardığım bir akademisyenin anlatısına denk geldim. Çizdiği genel çerçeve ve seviyeli üslup gayet iyiydi diyebilirim. Fakat araya öylesine detaylar serpiştirdi ki, o yayın hiç yapılmamış olsa sanırım daha iyiydi. Çünkü taşlarla dolu bir avuç pirinç, emek verilirse yemek olur aksi millete külfet olur. Tabii ki o taşları kendi iradesiyle oraya koymadıysa… Aynı zamanda TRT’de de yayınlar yapan bu akademisyen arkadaşın adını vermeyeceğim ancak burada daha mühim ve feci olan şey, yayın boyunca zerk ettiği ve maalesef halkımızın da bir bölümünde karşılık bulan milli hurafeler mahiyetindeki yanlış ve yanıltıcı bilgilerdir. O nedenle kim olduklarından bağımsız olarak bu hurafeleri yayanlara karşılık verilmesinin tarihi bir vazife olduğunu düşünüyorum. Bizler bugün bu vazifeden kaçarsak sonunda tarih yine bizleri mahkum edecektir.
…
Evet yoldaşlar başlıyoruz…
Tekmili birden hurafeler ve münasip karşılıkları…
Kıbrıs, İngilizlere bir gün geri alınacağı umuduyla mecbur kalınarak üs olarak verilmişti. Sultan Abdülhamid’in bunda bir dahli yoktur. Kıbrıs’ın İngiltere tarafından ilhakı Lozan’da kabul edilmiştir.
Olayları kişiselleştirmeye gerek yok. Osmanlı Devleti son yüz elli yıldır korkunç bir hızla gerilemekteydi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda (93 Harbi) aldığı büyük mağlubiyetten sonra İngilizlerin araya girmesiyle şartların Osmanlı lehine düzeltildiği Berlin Antlaşması yapıldı. Fakat bunun karşılığında Kıbrıs’ta İngilizlerin üs kurması kabul edildi. O dönemde ve şimdi bile olsa bir başka devlete üs vermenin ne anlama geldiğini herhalde devlet aklı kavrayabiliyordu. Nitekim Kıbrıs kurtarılamadı da. Ayrıca Osmanlı idaresi İngiltere-Rusya çekişmesinin Birinci Dünya Savaşı’na doğru müttefikliğe dönüşeceğini öngörememiş, ardından da İttihat Terakki’nin Almanya‘nın yanında savaşa girmesiyle 1914 itibarıyla adanın tamamen elden çıkmasının önünü açmıştır. Sonuçta askeri üs verilmiş ve onlar da düşman kampta olduğu için üssü terk etmek yerine doğal olarak adaya el koymuşlar. Oradaki fiili durumu bu şekilde iyi anlamak lazım. Dolayısıyla hata yapılmıştır ama elbette bunun sebepleri daha eskiye dayanmaktadır.
Ayrıca Misak-ı Millî çerçevesinden de Kıbrıs’a bakmak gerekir; aksi halde Lozan Barış Antlaşması’nın ilgili kısımlarında yanılırız. Son Osmanlı Mebusan’dan gelen metinde ve Ankara’daki meclisin son şeklini verdiği metinde Kıbrıs yok. Çünkü 1918 mütareke şartları ve Müslüman ahalinin çoğunluğu dikkate alınmıştır. Ancak öyle bile olsa Kıbrıs yeni devletin ajandasında hep vardı, sadece zamanı beklenmişti. Buradan hareketle “Resmen 1923’te Lozan’da kaybettik” ifadesi pirinçteki en büyük beyaz taştır. Hatırlayınız, bunun bir başka versiyonu da “Adaları da Lozan’da verdiler” şeklinde insanlara empoze ediliyordu. Oysa giden zaten gitmiş.
Aslında ne Batı için ne de bizim için Lozan’da her şey bitmiş değildi. Örneğin Hatay meselesi yıllar sonra çözüldü ve nasıl bir mücadelenin verildiğini bir çoğunuz biliyorsunuz. Boğazlar konusunda 1936’da Montrö ile iş tamama erdirilebildi ki, bugün bile dünya barışı için ne kadar önemli olduğu herkes tarafından kabul ediliyor. Buna mukabil Musul Sorunu ise maalesef istediğimiz şekilde neticelenmedi.
Yine Atatürk’ün 1937 Trakya manevraları sırasında Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumuna vurgu yaparak “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz, bu ada bizim için önemlidir” dediği de kayıtlardadır.
Özetlersek, Kıbrıs pek tabii kendi kaderine bırakılamazdı ama buradaki durum nüfus dengesi açısından biraz dezavantajlıydı. Bir “Dünya Savaşı” daha yaşanıp Kolonyal dönemin sona ermesiyle yeni bir fırsat doğacaktı.
***
Kıbrıs Rumları Anadolu’dan göç eden Ortodoks Hıristiyanlardır fakat genetik olarak Antik İyonyalılarla aynı değil (Grek/Helenistik değiller), dolayısıyla 1959’da Yunanistan’ın masada olması anlamsız.
Bunu ilk kim ortaya attı bilemiyorum ama tuzak bir iddia. Kabul etmek gerekir ki, Kıbrıs’a 1571’den sonra bile Grek olmayan Hıristiyan Ortodoksların yoğun bir göçü yok. Venedik döneminde Latin kökenli halk var. Ama adada zaten Miken Uygarlığı döneminden beri yerleşik bulunan ve Grek genetiği taşıyan halk hatırı sayılır bir düzeyde vardı. Diğerleri ise Anadolu ve Levant bölgesinden gelmiş olsalar da adadaki yerleşik halka entegre olarak Grek etkisi altına girmişlerdi. Dolayısıyla baskın kültür özellikle dil yoluyla Grek/Helen kültürüydü. O kadar ki, 1974’deki Enosis darbesinde devletin adını bile o şekilde ilan ettiler: Kıbrıs Helen Cumhuriyeti. Bunun dışında genetik bakımdan homojen olmadığı açık ama zaten belirleyici olan da o değil. Pek tabii 1789 Fransa İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik akımları da göz ardı edilemez. Henüz daha Yunanistan’ın bağımsızlığına kavuştuğu yıllarda Kıbrıs’ta milliyetçi bir uyanış başlamıştı.
Daha sonradan adaya mahsus Kıbrıslılık kimliği etrafında bir aidiyet oluştuysa da asıl aidiyet hep Yunanistan’a idi.
Burada asıl itiraz devlet hakimiyeti yönüyle yapılabilir. Sonuçta, Kıbrıs Osmanlı’dan önce Venedik hakimiyetindeydi. Buradan devam edecek olursak, sözgelimi geçen yılki röportajda Sayın Latif Akça‘nın Denktaşça bir üslupla ifade ettiği o veciz cümle; “Biz Kıbrıs’ı Rumlardan almadık ki Rumlara verelim” birçok yönden gayet açık ve yeterli olacaktır. Bundan daha fazlası tarihi inkâr olur.
***
1959 Zürih ve Londra antlaşmalarıyla Türkiye yeniden Kıbrıs üzerinde söz sahibi oldu. Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ise bu diplomatik başarının bedelini canlarıyla ödediler.
Türk sağının tipik hezeyanlarından birisi de budur. Hangi kayıtlara dayanarak bunu savunurlar anlamak mümkün değil. Evet, Menderes hükümeti ve özel olarak dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu orada büyük bir başarıya imza atmışlardır ama 27 Mayıs müdahalesi ve idamlarla bu konu arasında bir bağ kurulamaz. İdamlar zaten kabul edilemez ama cunta yönetimi ve ardından gelen İnönü ile Demirel hükümetleri de diğerleri kadar duyarlılığına sahipti çünkü milli bir dava söz konusuydu. Cemal Madanoğlu, Makarios ile denk geldiğinde elini sıkmaktan bile imtina ederdi, o derece yani. Esasen 27 Mayıs 1960 bunların dışında ve daha çok içerideki çekişmelerin bir sonucudur.
***
Kıbrıs Türk toplumunun liderleri Fazıl Küçük’ün ve Rauf Denktaş’ın İslamiyetle ilgileri yoktu. Özellikle Denktaş sonuna kadar Türkiye’nin adaya gelmesi için uğraştı. Ayrıca sadece asker değil her şeylerini Türkiye gönderiyor ama yine de bizi sevmiyorlar.
Son derece seviyesizce ve her dönem popüler olan bu ithamların neresinden düzeltmeye başlayayım bilemedim. Öncelikle bu tiplere şunu söylemek isterim: Sizler Kıbrıs Türkünün vatan sevgisine, inancına ve dahası inanç özgürlüğüne dil uzatacak en son adamlarsınız.
Kimsiniz siz ya!
Elbette yobazlar ve vatansız solcular burasını anlayamazlar ama esasen az bile veriyoruz çünkü onlar bizim soydaşlarımız ve her daim anavatanın yolunu gözlediler. Ayrıca “vermekten” bahsetmişken bir de oradan çaldıklarınıza bakalım isterseniz. O kadar Müslüman ve milliyetçisiniz ki, adayı mafyaların cirit attığı ve her türlü ahlaksızlığın tavan yaptığı bir suç adası haline getiriyor sonra da bu duruma itiraz edenleri hain diye yaftalayıp zeytinyağı gibi üste çıkıyorsunuz…
Siz önce adam olun, biraz saygı göstermeyi öğrenin!
***
İsmet İnönü 1963-1964’de ABD tehdidi karşında geri adım attı.
Öteden beri bir akım var; Atatürk’e cesaretin yetmediği her yerde ve her konuda İnönü’yü suçlamak. Bizim bildiğimiz İnönü, Johnson mektubu ortaya çıktığında “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” demiştir yani geri adım söz konusu değil. Ayrıca devlet 1974’e giden yolu görmekte ve ona göre hazırlık yapmaktaydı.
Dediğim gibi sağ gelenekte böyle bir hastalık hep var. Oysa Lozan kahramanı İsmet İnönü yalnız cephede değil diplomasi masasında da rakiplerine kök söktürmüş bir kahramandır. Yıllarca insanlara Lozan’ın İngiltere tarafından geç onaylandığı çünkü Hilafetin kaldırılmasını bekledikleri yalanı satıldı. Ama işin aslı öyle değil. Türk Ordusu savaştan galip çıkınca İngiltere’de hükümet düştü ve üç yılda üç seçim yaparak (1922,1923,1924 seçimleri) anca durumu toparlayabildiler ve en sonunda parlamentolarında onayladılar. Ama Lord Curzon’un ve Lloyd George’un içine oturdu bu yenilgiler. Lord Curzon‘un Lozan’da İsmet İnönü’ye yaptığı o tehditleri hiç unutmayın çünkü hala geçerlidir.
…
İdeolojik saplantılarla atılan her adım, rejime şirinlik yapma gayretiyle yapılan her söylem zillete mahkumdur. “Lozan’ın gizli maddeleri var…” diye ortada dolaşan tipler vardı. Son iki yıldır pek görünmüyorlar, neredeler?
Çünkü yerin dibine geçtiler! Hem de öylesine geçtiler ki PKK ile buluşup şimdi oradan saldırmaya devam ediyorlar. Sorun değil biz de savunmaya devam edeceğiz. Bu vesileyle geçmiş Lozan Gününüzü kutlar, kahraman Türk delegasyonunu minnet ve rahmetle anarım.

