1919 Mayıs’ının 14. günüydü.
Kimilerine göre cennetin doğuşunun, kimilerine göreyse cehennemden beter bir ızdırabın başlama arefesiydi.
Kimilerine göre yeni bir doğuma, kimilerine göre ise ölüme ramak kalmıştı.
Gözyaşıyla gülmenin, acıyla mutluluğun aynı yerde yaşandığı gündü.
Kederle sevincin aynı sınırlarda yaşandığı ama sınırlarla ayrıldığı gündü.
Mayısın sıcak günüydü.
Güneşin sınırın bir yakasını ısıtırken, diğer yakasını yakıp kavurduğu gündü.
Ayın sınırın bir yakasında geceyi aydınlatırken, öbür yakayı ise sessizliğin zifiri karanlığına boğduğu gündü.
Çaresizlik bir bulut olmuş ve o bulutlar sanki yıldızları saklamıştı sınırın bir yakasında.
Bir yakanın gelecek mutluluğun çılgınlığıyla, diğer yakanın ise sessizliğin çığlığıyla sarıldığı gündü.
Bir yakada serseri bir sarhoşluğun, diğer yakada ise ihanetin sancısının yaşandığı gündü.
Bir yaka İzmir’di, diğer yaka Smyrna.
Bir fısıltıdır almıştı şehri; karabasan olup çökmüştü yüreklere: Yunan ordusu topuyla, tüfeğiyle, askeriyle yarın sabah şehre çıkarma yapacaktı.
İzmir, Smyrna olmaya doğru gidiyordu.
Bir yakada 600 yıllık tarih yok oluyordu, bir yakada ise ihanetin üzerine kurulmuş bir “kurtuluş” havası esiyordu.
Güzel İzmir, onu güzel yapan Ege’nin sularında boğulmak üzereydi.
***
Takvimlerin 1919 Mayıs’ının 15’ini gösterdiği gündü.
Dilden dile dolaşan fısıltının yaşanmakta olduğu gündü.
İngiliz’in, himayesine aldığı Yunan’ı Türk yurduna getirdiği gündü.
Güzel İzmir’i, bir çocuğa oyuncak verir gibi Rum’a verdiği gündü.
Şanlı tarihleriyle dik duran başların eğildiği gündü.
Dillerin lâl olduğu, dimağların felce uğradığı gündü.
Eleni’nin Fatma’yı ezdiği, Yorgi’nin ise Hasan’ın tarlasına göz diktiği gündü.
Türk’ün, asırlardır beraber yaşadıklarından göreceği işkencelerin başladığı gündü.
Yunan, Türk toprağına girmişti. Türk toprağına tecavüz edildiği gündü.
Gurur duyulan şanlı tarihin bittiği gündü. Hasta adamın mezara gömüldüğü gündü.
Kimine göre… Hatta çoğuna göre…
***
Bir kişiye göre ise 15 Mayıs 1919 sabahı, her şeyin yeniden başlayacağının habercisiydi. O haber onunla birlikte verilecekti.
Hukuk-u Beşer’in sermuharriri idi.
Bir şey yapacaktı; yapmalıydı!
***
Avukat Yusuf Bey, sermuharririn yakın arkadaşıydı. Çanakkale Gazisi’ydi. Güzel İzmir’in hediye edildiği bu şımarık çocuğun efendisine Çanakkale’de dersini verenlerdendi ama o bile milletin salasının okunduğunu savunuyordu.
Ama sermuharririn rahat tavrı, Yusuf Bey’de şüphe uyandırdı.
Sordu ona: “Düşündüğünüz nedir üstad?”
Cevap netti: “Çok yakında tüm milletle birlikte öğreneceksiniz.”
Yusuf Bey, sorusunun cevabını sermuharrirden alamamıştı fakat bulmak için sermuharririn yazılarına bakmak yeterliydi çünkü o yazdığını yaşamak gayesinde olan biriydi.
“Memleketimizi teslim etmektense; yakar yıkar, intihar ederiz. Çünkü tarihimiz var; çünkü bizi tel’in edecek ecdadın ruhu, ahfadın feryadı var. Çünkü her şeyden üstün namusumuz var!”
Böyle yazmıştı “Hukuk-u Beşer”in bir sayısında.
Yusuf Bey, sermuharririn planını anlamıştı: Namus uğruna intihar etmekten bahsediyordu yazısında.
***
Ve o gün, o meydanda bu intiharın ölüm değil yeni bir doğum olacağına sadece o inanıyordu.
Sonra tıraşını oldu, kravatını bağladı, aynada çeki düzen verdi kendisine. O gün kendisi için diğer günlerden farksızdı ama bir millet için yeni bir güneşin doğacağını biliyordu. Takvimden bir yaprak kopardı. Sonra masa başına geçti. Sayfalarca yazdı yırttı, yazdı yırttı. Sonunda beş cümlelik bir şeyler karaladı. “Hukuk-u Beşer”leri üst üste koydu, sonra uzun uzun baktığı ay yıldızlı bayrağını üzerine düzgünce yerleştirdi. Kalpak bir ruhu simgeliyordu; kalpağını bayrağının üzerine, kalpağın arasına da mektubunu iliştirdi: “Başlayacağım, bitirecekler.”
Doğum için ölüme gitmeye hazırdı.
***
Doğum için ölümden bir gün sonra Samsun’a doğru demir alan vapur Anadolu’ya cephane değil bir fikir, bir inanç götürüyordu ve Hasan Tahsin, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya taşıdığı fikrin mayasıydı.
***
İlk kurşun İzmir’de atıldı, Yunan, İzmir’de denize döküldü, haklı mücadele İzmir’de son buldu.
Hasan Tahsin, İzmir’de mücadele fitilini ateşledi ama Türk ordusunun İzmir’e girişini göremedi.
Göremeyeceğini bildiği gibi İzmir’e girileceğini de biliyordu.
“Başlayacağım, bitirecekler” demişti; buna inanmıştı.
Peki, ya diğerleri?
Sütçü İmam’lar, Şahin Bey’ler, Karayılan’lar, Yörük Ali Efe’ler ve daha niceleri…
Her biri cephenin bir yerinden başladılar; kimisi bitirenlerden oldu, kimisi düşenlerden…
***
30 Ağustos’un da 9 Eylül’ün de 100. yılındayız.
Yüz yıl öncesinden bize kalan miras ne peki?
9 Eylül’ü yeniden yaşamak istiyorsak yapmamız gereken tek şey: Başlayacağız.
Başlarsak ya bitiririz ya da bitirecek olanlara inanç oluruz.