Ahsen Batur’u, bugün onu tanıyan pek çok kişiden önce, henüz adının çok fazla bilinmediği dönemlerde tanımıştım. 1979 yılıydı. Tüm hayatımdaki en yakın ve en önemli arkadaşlarımdan birinin kız kardeşiyle evlenmişti. Dolayısıyla evlendiği kız benim de kardeşim gibiydi ve Ahsen Batur, damadımız olmuştu. Evliliklerinin ilk aylarında İstanbul’un Anadolu yakasındaki evlerinde eşimle birlikte birkaç gün yatılı misafirleri olduk. O günlerde Ahsen henüz 24-25 yaşlarındaydı. Bugün bilinen telif eserleri ve çevirileri henüz yoktu ama onların ön çalışmalarına o zamanlardan başlamıştı. Evde kütüphane şeklinde düzenlenmiş bir çalışma odası vardı ve saatlerce o odaya kapanıp tercüme çalışmaları yapıyordu.
Çok çalışkan, gayretli ve azimli bir araştırmacı olduğunu o günlerden bizzat tanık olarak biliyorum. Derin bir motivasyon, keskin bir dikkat ve büyük bir şevkle adeta ibadet eder gibi çalışırdı. Nitekim bu kurulumun ve bu işleyişin bildiğimiz telif ve tercüme ürünleri sonraki yıllarda şaşırtıcı bir üretkenlikle art arda gelmeye başladı.
Evde “DERVİŞ” adıyla anılır ve çağrılırdı. Yani muhtemelen pek çok okurunun bilmediği o adının önündeki “D” harfinin açılımı “DERVİŞ” idi. Gerçi Ahsen’in pek bir “dervişlik” hali yoktu ama ben hep bu ön adın, tinine ve kişiliğine kuvvetle yansıyan “BATUR” soyadını dengelemek için verilmiş olabileceğini düşünmüşümdür.
Vefalıydı. 1979’da başlayan dostluğumuz hep devam etti ve doğrusu bunun sağlanmasında onun gayreti benimkinden daha fazlaydı. Sonraki yıllarda art arda gelen telif ve tercüme eserlerini, hiçbir reklam ve satış endişesi ima etmeksizin mutlaka okuması gerektiğini düşündüğü bazı seçilmiş kişilere hemen göndermek gibi harika bir alışkanlığı vardı. Bu alışkanlığı çerçevesinde yayınlanan her kitabından (bir tanesi Sayın Namık Kemal ZEYBEK’e iletilmek üzere) iki adet de bana göndermeyi hiç ihmal etmedi. Şimdi bu yazı vesilesiyle şahsi kitaplığımda bulabildiğim Ahsen BATUR telif ve tercüme eserlerini masamın üzerine dizdim. Derli toplu bir kaynak olması için Ahsen Batur’un telif ve tercüme eserlerinin listesini aşağıda veriyorum. Noksanım varsa bağışlansın.
Telif Eserleri
1) 1200 Yıllık Sürgün: TÜRK sözünün Hazin Serüveni
2) Kürdoloji Yalanları
3) Batı Dayatmacılığı ve İslam
Tercüme Eserleri
Ötken Künler / Geçmiş Günler; Abdullah Kadiri
Son Timurlu; Pirim Kadirov
Turan’ın Alp Kızları; Pirim Kadirov
Eski Türkler; Lev Nikolayeviç Gumilëv
Hazar Çevresinde Bin Yıl; L. N. Gumilëv
Muhayyel Hükümdarlığın İzinde; L. N. Gumilëv
Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları; L. N. Gumilëv
Hunlar; L. N. Gumilëv
Etnogenez Halkların Şekillenişi, Yükseliş ve Düşüşleri; L. N. Gumilëv
Son ve Yeniden Başlangıç; L. N. Gumilëv
Hazar Tarihi / Türkler, Yahudiler, Ruslar; M. İ. Artamonov
Osmanlının Çöküş Döneminde Arap Casusları; Riyad N. Er-Reyyis
Osmanlı Dönemi Kırım Hanlığı; V. D. Smirnov
Türk Kavimleri Tarihi; Hasan Ata Abeşi
En-Nücumu’z -Zahire / Parlayan Yıldızlar; İbni Tagriberdi
Uluğ Bey’in Hazinesi; Adil Yakubov
Köhne Dünya; Adil Yakubov
Adalet Menzili; Adil Yakubov
Mukaddes; Adil Yakubov
İbni Sina / Doktorların Doktoru İbni Sina’nın Romanı; Adil Yakubov
Kefensiz Gömülenler; Şükrullah
Araisü’l-Kur’an / Kur’an’ın Gelinleri; Vani Mehmet Efendi
Türklerin ve Tatarların Kökeni; Mirfatih Z. Zekiyev
Kazakistan, Türkün Üç Bin Yılı; S. G. Klyashtorny-T. İ. Sultanov
Muruc Ez-Zeheb / Altın Bozkırlar; Mesudi
Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım; Şihabeddin B. Fazlullah el-Ömeri
Osmanlının Sancılı Yıllarında Araplar, Kürtler ve Arnavutlar; Dr. Abdurrauf Sinno
Acaibu’l Makdur / Bozkırdan Gelen Bela; İbni Arabşah
Orta Asya / Tarih ve Uygarlık; Wilhelm Barthold
Son Denize Kadar; W. Yan
Yahudi Tarihi; Mahmut Nana
Üç telif ve benim belirleyebildiğim 31 tercüme eser. Ama bunların tamamı çok önemli ve alanında kaynak özelliği taşıyan değerli eserler. Ahsen’in bu tercüme çalışmalarını tespit ederken neredeyse bu tercümelerinin yarısına yakın miktarda da yine aynı derecede önemli eserlere editörlük yaptığını hayretle gördüm. Yani bir insan ömrüne sığdırılması çok zor bunca tercümeyi bizzat yapmakla ve yayınlamakla kalmayıp bu arada bir çok önemli eserin de tercüme edilip basılmasına vesile olmuş ve sonuçta onların editörlüğünü bizzat yapmış. Eh, zaten bu yazıya başlarken, hakkında yazmaya başladığımız adamın sıradan birisi olmadığını biliyorduk.
Bu konuda özellikle belirtilmesi gereken bir başka hassas nokta da şu ki; Ahsen Batur tüm bu eserleri yani hem bizzat kendisinin telif ve tercüme eserlerini ve hem de basılmasına vesile olup, sonunda editörlüğünü de yaptığı tüm kitapları bizzat kendisinin kurduğu ve yönettiği SELENGE YAYINLARI üzerinden yaptı. Yani yayınlanma noktasında da kendisini başkalarına mahkûmiyet ve mecburiyet konumunda bırakmamak için adeta “tek kişilik bir ordu” olmayı yeğledi.
Ahsen’in çarpıcı özelliği sadece bu tercümelerdeki üretkenliğinden ibaret değil. Tercüme yelpazesi de çok geniş. Aynı anda Fransızca, İngilizce, Arapça ve Rusça gibi dört önemli dilden tercümeler yapmakla kalmayıp, başta Özbek Lehçesi olmak üzere Türkçenin değişik lehçelerinden de birçok çeviriler yapıyor. İşte bu nedenle Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Gündoğdu onun için “Türk tarihçiliğine tek başına bir Enstitü gibi hizmet veren Ahsen Batur” diyor ve tabii ki dosdoğru söylüyor.
Nitekim https://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=5358 sitesinde yayınlanan 20 Aralık 2005 tarihli söyleşisinde Ahsen Batur, Beşir Ayvazoğlu’nun bir sorusu üzerine “yayınladığı eserlerden 7 tanesinin üniversitelerde ders kitabı olarak okutulduğunu” söylüyor.
Ahsen Batur’un hepsi birbirinden değerli telif ve tercüme eserleri hakkında ayrı ayrı değerlendirmeler yapmak bu yazının sınırlarını aşar ama onların hepsini temsilen ilk telif eseri olan “1200 Yıllık Sürgün” adlı kitabı hakkında birkaç şey söylemeden geçemeyeceğim.
Ahsen Batur “1200 Yıllık Sürgün / TÜRK sözünün Hazin Serüveni” adlı kitabında, Göktürk Devleti’nin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen 1200 yıllık dönemde Türkler tarafından onlarca devlet kurulmuş olduğu halde bunlardan hiçbirinin adlandırılmasında “TÜRK” sözünün kullanılmamasına isyan ediyor, TÜRK adının bizzat Türkler tarafından sürgün edildiği bu talihsiz dönemi “Türklerin mankurtlaştığı” bir dönem olarak tanımlıyor ve kitabında bu hazin sürgün hayatının hikâyesini anlatıyor.
Bu vesileyle Ahsen Batur’un “1200 Yıllık Sürgün / TÜRK sözünün Hazin Serüveni” adlı kitabını okuyacak olanların meseleye daha sağlıklı yaklaşmaları için konuya dair iki hassas anımsatma yapmadan geçmeyelim. Bunlardan birincisi bizim Türkiye’mizdeki tarih ders kitaplarında hep öyle geçtiği için tarihte TÜRK adıyla anılan ilk devletimizin adını “GÖKTÜRK DEVLETİ” şeklinde bilmemizdeki yanlışlıktır. Oysaki bu devletin tarihi hayat alanı ve çevresindeki tüm coğrafyalarda günümüze de intikal etmiş olan tüm kayıtlar bu devletin adını “TÜRK KAĞANLIĞI” şeklinde zikreder. Kıpçak lehçelerinde de bu isim “TÜRK KAĞANATI” şeklinde geçer. Yani günümüzden 1500 yıl önce atalarımız Asya kıtasının en merkezi bölgesinde bir devlet kurup, ona “TÜRK KAĞANLIĞI” adını veriyor ve bu adı Orhun Kitabeleri’nde taşlara yazarak bize miras bırakıyor ama biz aynı kitabelerin sadece 1-2 yerinde onu daha da yüceltmek amacıyla adının önüne konulan “GÖK” sıfatından dolayı bu devleti “Göktürk Devleti” şeklinde tanımlıyoruz.
Halbuki Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal tarafından yazılan “Türk Hukuk Tarihi” adlı kitabın 298. sayfasında “Bizans İmparatoru Justinus’un tahta çıkışının dördüncü senesinde bir gün İmparatora ‘Türkhia’ denilen bir ülkeden sefirler gelmiş olduğunu arz ettikleri ve bu haberin Bizans Sarayında büyük bir telaşı mucip olduğundan” bahsediliyor. 184. sayfada ise “Doğu Roma İmparatoru Justinus tarafından Türk Hükümdarı İstemi Han’a elçi olarak gönderilen Zemarkos’un (Türkiye Hakkındaki) raporundan ve bu raporun altıncı asır Türkleri hakkında oldukça tafsilatlı malumat ihtiva ettiğinden” bahsediliyor. Tüm bu bilgiler için Bizans müverrihlerinden Menander Protektor’un eseri şu dip notu ile kaynak gösteriliyor; “eserde ve raporda Türk ülkesi (Türkhia) adıyla ifade ediliyor. Bu, batı edebiyatında (Türkiye) kelimesinin ilk defa olarak kullanılmasıdır” (Menander Protektor, in Dietrich’s ip. cit. p. 14-24)
Bu bilgiler 6. asırda Orta Asya’da hüküm süren atalarımızın, ülkelerinden “Türkiye” diye bahsettiğini gösteriyor. Bahsedilen sefir ziyaretleri 567-568 yıllarında yaşanıyor. Bizans Sefiri Zemarkos’un “Türkiye Hakkında Rapor”u aynı dönemde yazılıyor ve tüm bunlar Bizanslı vakanüvist Menander Protektor tarafından aynı yıllarda kayda geçiriliyor. Değerli ilim adamı Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal muhteşem titizlikteki bir çalışmayla tüm bunları 1947’de yeni nesillere aktarıyor ve hazırladığı kitabı da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ders olarak okutuyor. Tüm bu bilgiler ortada iken acaba Türk aydını biraz da Avrupalılara paye verircesine “Türkiye adının ilk defa Osmanlı’nın son dönemlerinde Türkiye’den önce Avrupa’da kullanılmış olduğu” bilgisini nereden edindi ve bu yanlış zanda ısrara devam edilecek mi? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nden 1400 yıl önce, tarihteki “TÜRK” adlı ilk devleti kuran ve ülkesine “Türkiye” diyen atalarımızın derin bilinci karşısında saygıyla baş eğme idrakine erecek miyiz?
Bu konudaki ikinci hassas anımsatmamız “Türkiye Cumhuriyeti” devletimizin adıyla ilgili. Bizim Türkiye’de GÖKTÜRK DEVLETİ adıyla bildiğimiz devletimizin tam doğru adı “TÜRK KAĞANLIĞI” olmasına rağmen ondan 1400 yıl sonra bu coğrafyada kurulan devletimize Büyük ATATÜRK neden “TÜRK CUMHURİYETİ” değil de “TÜRKİYE CUMHURİYETİ” adını verdi? Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan eden Kırgızistan’a “Kırgız Cumhuriyeti” adını veren Kırgız siyasetçilerdeki bilinç Atatürk’te yok muydu?.. Elbette çok daha fazlası vardı ve Atatürk’ün bu tercihinin arka planında onun Türklük bilincini besleyen derin tarihi bilgiler yatıyordu. Çünkü Atatürk, kurduğu devlete “TÜRKİYE CUMHURİYETİ” adını verirken, hem 1200 yıldan sonra yeniden TÜRK adını devlete yerleştirmiş oluyor ve hem de tarihin derinliklerinden beri diğer ulusların, Türklerin yaşadığı ülkelere “TÜRKİYE” dedikleri gerçeğini ve bilgisini göz ardı etmiyordu.
Sevgili Ahsen Batur, günümüz şartlarına kıyasla kısa sayılabilecek ömründe çok değerli ve hayırlı işlere imza attı. Hatta ölümünden sonra bile işte bu yazıda ve onun hakkında yazılacak diğer yazılarda sunulan bilgiler türünden hayırlı işlere vesile olmaya devam ediyor. Bu ölümün benim açımdan bir başka duygusal yönü de Ahsen’in, kendi doğum gününe 17 gün kala ama tam da benim doğum günümde (1 Ağustos) ölmüş olması… Türk mitolojisindeki 17 rakamının önemiyle birlikte bu tesadüf bende tarifi biraz zor başka bir burukluk yaratıyor doğrusu.
Sevgili Ahsen; bizim inancımıza göre iyiler sonunda uçmağa varırlar. Sen de iyilerdendin ve tabii ki uçmağa vardın. Temiz tininin, bir gün buluşacağımız kutlu ata tinleri katında olduğuna inanıyorum. Eserlerinle ve hizmetlerinle hep anılacaksın kardeşim…
Son bir söz
Bu son sözü çok uzun tereddütlerden sonra ve büyük sıkıntıyla yazıyorum. Ahsen’in ölümünden önceki son sosyal medya paylaşımlarından, o paylaşımlara dayalı bir Alper Aksoy yazısından ve de başkaca kaynaklardan öğreniyoruz ki; Ahsen’in hastanedeki son tedavi süreçlerinde ve ölümünden önceki son günlerinde istikrarlı bir şekilde yanında durup, onu kollayan ve onunla ilgilenen tek kişi Gökçe Fırat imiş… Ne diyelim!.. Tabii ki bu durum Gökçe Fırat’a yakıştı. Cevabı aranan soru ise şu; Ahsen’in tüm ömrünü adadığı Türk Milliyetçiliği yolunun (ben de dâhil) yolcuları bu süreçte neredeydiler ve bu ilgisizlik onlara yakıştı mı?