29 Aralık 2016 tarihinde AKP ve MHP, partili cumhurbaşkanlığının önünü açan ve “Türk tipi başkanlık sistemini” içeren anayasa değişikliğini Anayasa Komisyonu’ndan geçirdi. Kesintisiz 9 gün boyunca tartışılan 18 madde Meclis’e gönderildi ve sonrasında da 16 Nisan 2017’de mühürsüz oyların geçerli sayılması sonucunda tartışmalı biçimde yasalaştı.
“Cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” şeklinde olan ve yorum yapılmayacak biçimde Erdoğan’ın 3. kez aday olmasına engel nitelikte Anayasanın 101. maddesinin 2. fıkrası ise tartışmaya konu edilmedi ve dokunulmadı.
Bunun sebebi değişikliği hazırlayan AKP’li hukukçuların “liyakatsizliği” ya da “dikkatsizliği” değildi.
İktidar, gelecek dönemlerde Anayasa üzerinden dönecek tartışmaları, “367 olayını” referans göstermek ve “önümüzü kesiyorlar” propagandası yapabilmek adına, bugün tartışma konusu olan 101. maddeyi “bilerek ve isteyerek” olduğu gibi bıraktı.
Anayasa Komisyonu’nda o dönemde yapılan tartışmalar AKP’li hukukçuların aslında gayet dikkatli olduklarını ve en ince detayları düşündüklerini gösteriyor.
Örneğin afet bölgesinde OHAL ilanına için Cumhurbaşkanı’na kararname yetkisi bu komisyondan geçti. O kadar “ince” düşünüldü ki, ikinci bir değişiklikle OHAL’in yanına “seferberlik” kelimesi eklenerek OHAL kararnamesinin TBMM’ye gönderilmesi süresi 1 aydan 3 aya çıkarıldı.
AKP’li üyeler “1 kelimeye” bile kafa yorarak, “yargının bağımsızlığı” yerine “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı” yazacak kadar titizdiler.
Teklif, “sadece doğuştan Türk vatandaşlarının Cumhurbaşkanı adayı olabilecekleri” şeklinde komisyona gelse de AKP Milletvekili Markar Esayan’ın önerisiyle “doğuştan” kelimesi çıkarılarak kabul edildi.
“1 kelime” üzerinden tartışma yapılan böyle bir komisyonda, büyük bir tartışmanın sebebi haline gelen 101. madde 2. fıkrasının “pas geçilmesi” son derece manidar!
AKP hem “Anayasanın varlığını” demokratik bir ülkenin kanıtı olarak göstermeye çalışan, hem de “Anayasanın varlığını” seçmenine engelmiş gibi sunan bir siyasi hareket.
İktidara kendi yaptığı anayasayı çiğnemek garip bir haz duygusu veriyor. Bu psikolojik vaka İslamcıların Devlet’le ve Cumhuriyet’le yaşadığı yüzyıllık kavganın bir sonucu.
Türk Ordusunu kendi iktidarının önünde engel olarak görüp yok edenler, Türk devlet geleneğinin içini boşaltanlar, Anayasanın varlığını da siyasi geleceklerinin önünde bir engel olarak görüyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzenden çıkarak, “Cumhurbaşkanı kararnameleriyle yönetilen” bir ülkeye dönüşmesi bu hesaplaşmanın bir sonucu.
Neredeyse bütün grup toplantılarında “Anayasa Mahkemesi kapatılsın” diyen Devlet Bahçeli’nin böyle bir iktidarın parçası olması rastlantı değil.
“Anayasa” ve “Anayasa Mahkemesi”; iktidarın propaganda aygıtlarının “eski Türkiye’yi” anlatırken gösterdiği iki düşman sembole dönüşmüş durumda.
Anayasayı bizzat AKP’nin hazırlamış olmasının da Anayasa Mahkemesi’nin iktidarın karşısında bir engel teşkil etmemesinin de hiçbir önemi yok.
Bunları “tanımamak” ve “saygı duymamak” İslamcılığın toplumsal kökenlerinde bir sempati sebebi oluşturuyor.
Çiğnenen her Anayasa maddesi iktidara “muktedir” olduğunu anımsatan bir gövde gösterisine dönüşmüş durumda.
Bu ruh halinin sokağa yansıması ise AKP seçmenin saldırganlaşması şeklinde görülüyor. Sokak röportajı yapanlara saldırmak da, muhalefet liderlerini “kafa kesmekle” tehdit etmek de yasa tanımamanın yarattığı bir yönetim anlayışının doğal sonuçları.
Milletvekilliği için aday olacağı açıklanan bakanların kamu görevlisi oldukları halde istifa etmemeleri ve görevlerine devam etmeleri böyle bir örnek.
Anayasanın varlığını işlevsiz kılan böyle bir zihniyetin, İmamoğlu’nun ve Yavaş’ın Cumhurbaşkanı yardımcısı olamayacağını söylemek için “Anayasayı referans olarak göstermesi” ise tipik bir iktidar pişkinliği.
İstedikleri şey “anayasal düzen” değil, “anayasal düzeni çiğnemenin” sadece bu iktidara ait bir imtiyaza dönüşmesi.