Seneler önce Şuhut’ta Zafer Yolu’na ve orada bulunan Atatürk anıtına ilk gidişimde şaşırmış, Milli Mücadele’nin nihayete vardığı yerleri biraz öksüz bulmuştum. Savaşı kafamda canlandırabileceğim, siperde son nefesini veren Türk askerini hissedebileceğim bir yer hayal ediyordum ama bakımsız 2-3 siperin ve birkaç açıklayıcı tabelanın dışında bir şey görememek beni biraz üzmüştü.
Belki de Atatürk’ün kendisi büyük savaşı hatırlatan bir yapıyı kurmak istememişti. Başkomutan senelerce savaşmasına ve girdiği bütün savaşları kazanmasına rağmen milletinin yıllardır sürdürdüğü ve artık bitkin düştüğü bir süreci tamamlamak ve artık bambaşka bir mücadeleyi milletinin önüne koymayı tercih ediyordu. Böyle bir mücadele geçmişte kalmayı değil, geleceğe bakmayı gerektirirdi. Atatürk için “Zafer yeni zaferlere ulaşmak yolunda bir adımdı.” Büyük zaferin ona sağlayacağı konforla yetinmeyip, yeni ve çok daha zor bir yol çizdi.
Atatürk sevgisinin millette bu kadar köklü biçimde yerleşmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi de bu. Atatürk milleti yorgun düşüren bir savaş sürecini “savaşarak” bitirmeyi tercih etti. Atatürk elbette kurtarıcıydı ancak bunun da ötesinde Türkleri yüzyıllardır girdikleri bir savaş bataklığından çıkartan, bir “çılgınlık” peşinden koşmayacağı güvenini veren, milletin kendisini yeniden var etmesine olanak sağlayan bir “güvenceydi”. Tıpkı bir babanın evladını her koşulda koruması gibi, milletin de Atatürk’e duyduğu bağlılığın temelinde böylesine bir güven duygusu yatıyordu.
Artık fakir kalmış, nüfusun eridiği Anadolu’yu ayağa kaldırma ve “millet olma” zamanıydı. Millet olmanın gereklerinden biri ise millete ait güçlü bir tarih yazını yaratmaktan geçiyordu. Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin kurulması, bizzat Atatürk’ün önderlik ettiği ve büyük tartışmaların yaşandığı Türk Tarih Kongreleri’nin toplanması, liseler için yazdırılan tarih kitabı ve antropolojiye yönelik ilginin temelinde Atatürk’ün savaş meydanında kazandığı büyük zaferi anlamlı kılacak bir millet yaratma çabası vardı.
Atatürk’ün 1927’de Nutuk’u yazmasının amacı kimilerinin iddia ettiği gibi “tek adam kültü” yaratmak değil, her devrimin ihtiyacı olan kökleşmenin doğal sonucu olan bir siyasi hesaplaşmaydı. Ancak bunun bir hesaplaşma belgesi olması elbette bunun objektif olmadığı ya da tarihsel gerçeklere dayanmadığı anlamına gelmiyor.
Nutuk okunduğunda Atatürk’ün yaptığı çalıştığı şeyin kendi gücünü arttırmak değil, “zaferi” gelecekte sıkıntıya sokmayacak güçlü bir toplumsal yapının oluşması ve buna engel olacak siyasi akımların tasfiye edilmesi olduğu görülecektir.
Burada “kişisel” sebepler görmek, devrim sonrası oluşan siyasi çatışmaları görmezden gelmek anlamına geliyor. Hesaplaşmanın “kişiler” üzerinden olması, Atatürk’ün kişisel çatışmalar üzerinden bir toplumsal yapı kurması anlamına gelmiyor. O’nun kendini yüceltme adına böyle bir tasfiyeye ihtiyacı elbette yoktu.
Bugün Cumhuriyet’in yarattığı güçlü bir sosyolojiden bahsedebiliyorsak, her şeye rağmen bir ulusun varlığı söz konusuysa bu durum Nutuk’ta anlatılan kavgaların neticelenmesi ve Atatürk’ün yeni toplum idealinin kesin bir zafer kazanmasının sonucudur.
Kaldı ki Nutuk savaş meydanlarında kazanılan büyük zaferlerin anlatıldığı ve Başkomutan’ın ön plana çıkarıldığı bir belge değildir, büyük zaferlerin arka planındaki görünmeyen kavganın iyice anlaşılması ve gelecek kuşaklara da nakledildiği bir mirastır. Açık bir çağrı olan Gençliğe Hitabe’yle biten ve gelecekte devrimin karşılaşabileceği engellerin önceden gösterildiği bir uyarı metnidir.
Atatürk askerlik hayatı hayranlık veren başarılarla dolu olsa da kişisel olarak kendi geçmişinden bahsetmeyi seven bir lider değildi. Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir gibi Milli Mücadele açısından önemli komutanların Milli Mücadele’yi kendilerinin başlattıklarını söyleyen açıklamalarının aksine Atatürk’ün kendisini yüceltmek gibi bir amacı olmadı. Bunun sebebi elbette Türk Milleti’nin bağrında oluşan doğal sevgiyi görmesi ve bunun farkında olmasıydı.
Bunları yazmamın amacı büyük zaferden 100 sene sonra Atatürk’ün “kişisel hesaplaşmalar üzerinden bir toplumsal düzen kurduğu”, “kişi kültünün Atatürk’le oluştuğunu” söyleyen ve bu tezler üzerinden Cumhuriyet’le hesaplaşmaya çalışan siyasi akımları ortaya koyabilmek.
Atatürk, Bolşevik Rusya’ya bağlı gelişen bir “sosyalist” hareketi engellerken de, tarikatları kapatırken de, “Ekmeğini yediğim hilafet makamına ihanet edemem,” diyen Rauf Orbay zihniyetini eleştirirken de, “Bazı kelleler kopacak!” diyerek tehdit ederken de birilerini “ezmenin” getirdiği küçük tatminlerin değil, gerçek bir ulus ve yok olmayacak bir Cumhuriyet’in temellerini yaratmanın peşindeydi.
İkinci Cumhuriyetçi Can Dündar’ın “Atatürk” filminde ve Vamık Volkan’ın “Atatürk’ün Psikolojisi”nde ortaya koyduğu; Atatürk’ün mücadelesini “kendi iç dünyasındaki iktidar hesaplaşmasıyla” açıklayan tezlerin asıl amacı “insan Atatürk”ü anlatmak değil, Atatürk’ün siyasi çizgisini tartışmaya açmak ve ortadan kaldırmaktı.
Atatürk’ün Cumhuriyet’ini “kişisel hesaplaşmalar” üzerinden açıklayan ve “Atatürk’ün zaaflarını görmemiz gerek,” diyen bu isimlerin Atatürk’le sorunu olan tüm kesimlere ilham kaynağı olması elbette bir tesadüf değil.
Siyasette farklı noktalarda duruyor gibi olsalar da bugün geldiğimiz noktada siyasi İslamcıların da komünistlerin de Kürtçülerin de Atatürk eleştirilerinin temelinde tamamen “kişisel bir hazımsızlık” yatıyor.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a atılan ilk adımla başlayan süreç, 30 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’la neticelense de bir millet için çok kısa sayılabilecek bu zaman, bir halkın milletleşmeyi başarması adına büyük pratiklerin yaşandığı olağanüstü bir mücadele dönemi oldu.
“Olağanüstü” olmasının tek sebebi işgale karşı ordusuz kalmak da değildi. Türklerin üzerinde yüzyılların getirdiği bir yorgunluk vardı. Balkanlardan, Kırım’dan, Kafkasya’dan milyonlarca Türk Anadolu’ya göçüyor ve tutunacak bir dal arıyordu. Kel Tahsin gibi Osmanlı paşalarının altın karşılığı geri çekildiği, devletsizliğin en güçlü biçimde hissedildiği bir dönemdi.
30 Ağustos’ta kazanılan zafer sadece bir savaştaki galibiyet değildi, bir milletin makus talihinin tamamen yenilmesiydi. Bunu görmemek, bambaşka bir tarih yazmak cehaletle açıklanamaz. Bugün İslamcılar da, laik olduğunu söyleyen ama Atatürk demekten aciz bazı sol gruplar da Kürtçüler de geçmişte kapanmış bir defteri yeniden açabiliyor.
“Kurtuluş günü” olmaz diyen İsmail Kahraman da, Kurtuluş Savaşı’nı anarken bile “Atatürk” diyemeyen “sosyalist” de, “Mustafa Kemal’in askeri değiliz, O’nun yoldaşıyız” diyen kibirli siyasetçi de, “100 yıllık prangayı kıracağız,” diyen utanmaz da bugün aynı yerde buluşuyor: Atatürk ve O’nun kurduğu Cumhuriyet’e karşıtlık.