Gandi’nin Hindistan’dan gördüğü
30 Ağustos’u en iyi anlatan cümleyi belki de Gandi kurmuş:
“Haydi beni bir daha tutuklayın İngilizler! Ama tutuklamak ve öldürmekle iş bitmiyor. İşte öldü sanılan Türkler, cenaze törenleri için hazırlanan tabutları katillerinin başlarına geçirdiler.”
30 Ağustos zaferinin ezilen dünyadaki yankısı buydu… Zaferin ardından sıcağı sıcağına bu coşkulu değerlendirmeyi yapan Gandi, Atatürk’ün ölümünün ardından ise şunu söyler:
“Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz’in yanında zannediyordum.”
AKP zihniyetinin 30 Ağustos’u nasıl küçümsediğini, önemsizleştirmeye, sıradanlaştırmaya çalıştığını görüyoruz.
En son İsmail Kahraman ne demişti:
“İstanbul’un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş? İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş? Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki. 2 Mart’ta da aynı şey var. Ruslar çekildi gitti. Çarpışmadık, dövüşmedik, vuruşmadık. Tarihi doğru dürüst niye bilmiyoruz? Övünecek büyük bir tarihimiz varken kölelikten kurtulduğumuz tarihe niye bayram diyeceğiz. Fethettiğimiz tarihe diyeceğiz.”
Binlerce kilometre ötede Gandi’nin gördüğünü onlar görmez mi?
Görmez…
Çünkü Gandi’nin emperyalizmle bir problemi vardı. Ve umutlanmak için sarılabileceği her şeye sarılıyordu. Umudu da işte 30 Ağustos’ta görüyordu.
Emperyalizmle problemi olmayanlar, aksine emperyalizmle işbirliği içinde ülkenin tepesine çökenler tabii ki 30 Ağustos’u görmezden gelecek. Çünkü 30 Ağustos onların hiç hatırlamak istemeyeceği, unutmak isteyeceği tarihtir.
Çünkü 30 Ağustos, kazananların bayramıdır, kaybedenlerin değil…
Deli Fesli zihniyetinin tarih anlayışı
Deli Fesli zihniyetinin tarih anlayışıyla tartışacak değilim. Çünkü ortada tartışılacak bir şey yok. Onların tarih anlayışı, tarihi yazan Atatürk’e karşı intikam duygusundan başka bir şey değildir.
Bu çarpık zihniyet yeni değil. Bizzat Atatürk’ün de Kurtuluş Savaşı yıllarından ölümüne kadar mücadele ettiği bir ur… Cerahat…
Tam da 30 Ağustos’tan örnek vereyim…
Sanılır ki, Mustafa Kemal 30 Ağustos’ta bir tek Yunan’a karşı savaşmıştı… Hayır… Aynı zamanda TBMM’de bulunan, kendilerini “İkinci Grup” olarak adlandıran ve iktidara gelme hırslarıyla Mustafa Kemal’e ne olursa olsun muhalefet etme hastalığından muzdarip bir kesimle de mücadele etmişti. Atatürk, bu mücadelesini Nutuk’ta zaten çok güzel anlatır, burada uzun uzun sıralamak yerine kısaca değinelim…
Malum, Sakarya Savaşı ile 30 Ağustos Zaferi arasında tam bir yıl vardır. Sakarya Meydan Muharebesi 22 Ağustos 1921 tarihinde başlar, tam 22 gün sürer ve 13 Eylül 1921’de tartışmasız Türk zaferiyle sonuçlanır. 30 Ağustos Zaferi ise 1922’dedir. Tam bir yıl sonra…
Bu bir yıl, Türk Ordusu için hazırlık dönemidir. Bir yandan 200 bini aşkın bir askeri güce sahip Yunan ordusuna taarruz için gerekli asker sayısına ulaşılmalıdır. Malum, Sakarya Savaşı’nda Türk ordusunun mevcudu 100 bin bile değildir, 95 bin civarındadır. Büyük Taarruz’da ise bu rakam ikiye katlanmıştır, 186 bin civarındadır. Anlayacağınız Mustafa Kemal bir yıl boyunca asker sayısını artırmak için çabalamıştır.
Elbette sadece asker sayısı değil, topundan tüfeğine, mermisinden süngüsüne, asker sayısı ikiye katlanan ordunun donatılması da gerekmektedir. Bu da büyük bir seferberlikle halledilir.
Çünkü Mustafa Kemal, şunun bilincindedir. Tek bir kurşun hakkı vardır. Yunanlara taarruz edilecek, başarılı olursa belki Ege Denizi’ne kadar püskürtülecek ancak başarısız olursa Ankara bile düşecektir. O yüzden hazırlıkların eksiksiz olması gerekmektedir.
Taarruza hazırlık ise sadece asker-mühimmat sayısıyla sınırlı değildir. Taarruzun askeri planlaması için de ciddi bir hazırlık gerekmektedir. Mustafa Kemal önderliğindeki komuta heyeti, cepheyi karış karış ezberler, tüm olasılıkları hesap eder ve taarruz planlanır.
Mustafa Kemal Nutuk’ta taarruzun kararının Haziran ayında verildiğini söyler. Demek ki, 30 Ağustos’a kadar üç ay boyunca bu planlama süreci devam etmiştir.
İlginç olan ise bu dönemde “muhalefet”in yaptıklarıdır. O dönemin TBMM zabıtlarına bir bakın. En azından Nutuk’ta o dönemin anlatıldığı bölüme bir göz atın. “İkinci Grup” isyan halindedir.
– Sakarya’da düşman durdurulmuş, peki niye hücum edilmemektedir?
– Türk ordusunun taarruz kabiliyeti mi eksiktir?
– Yoksa eksik olan kabiliyet Başkomutan atanan Mustafa Kemal midir?
– Düşmana taarruz etmek isteyen Mehmetçiği neden durdurmaktadır?
Bir taarruz nasıl yapılır, nasıl planlanmalıdır, yüz bin yeni asker nasıl silah altına alınır, bunlardan bihaber bir grup adeta “laf olsun torba dolsun” eleştirmektedir. Torunlarının bugün çıkıp da “Çarpışmadık, dövüşmedik, vuruşmadık.” demesi gibi…
Hatta şunu diyenler bile çıkar TBMM’de:
“Bizim gerçek düşmanımız Yunanlar değil İngilizlerdir. Yunan ordusunu zaten felç ettik Sakarya’da. Onların yeni bir taarruzunu durduracak az bir kuvveti batıda bırakalım. Bütün kuvvetimizle güneye gidelim, gerçek düşmanımız İngilizlere saldıralım Irak’ta… İngilizleri Irak’ta yendikten sonra batıya döner Yunan’ı da hallederiz.”
Ne büyük stratejik zeka (!)… Türk ordusunu Birinci Dünya Savaşı’nda hezimete sürükleyen Ruslara karşı Sarıkamış, İngilizlere karşı Mısır’daki Kanal Harekâtını ne kadar da andırıyor…
Mustafa Kemal şöyle yanıtlar bu tür provokatif eleştirileri:
“Ordumuzun kararı saldırıya geçmektir. Ama bu saldırıyı geciktiriyoruz. Çünkü, hazırlığımızı iyice tamamlamak için biraz daha zaman gerekir. Yarım hazırlıkla, yarım önlemle yapılacak saldırı, hiç saldırı yapmamaktan çok daha kötüdür.”
Ve Osmanlı tarihinden örnek verir:
“Osmanlılar, göze aldıkları savaşın genişliği ölçüsünde hazırlıklı ve önemli davranmadıklarından ve daha çok, duygularıyla tutkularının etkisi altında iş gördüklerinden, Viyana’ya dek gitmişken geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Ondan sonra Budapeşte’de de duramadılar, geri çekildiler; Belgrat’ta da yenilip geri çekilmek zorunda bırakıldılar. Balkanlar’ı bıraktılar. Rumeli’den çıkarıldılar. Bize, içinde daha düşman bulunan bir yurdu miras bıraktılar.
Bu son yurt parçasını kurtarırken olsun, tutkularımızdan, duygularımızdan vazgeçerek düşünceli olalım. Kurtuluş için, bağımsızlık için önünde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!”
“Geldikleri gibi giderler” stratejisi
Sanılmasın ki, TBMM’de “İkinci Grup” sadece “Irak’a da saldıralım” gibi “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla eleştirilerde bulunuyordu. Bir yandan da İngilizler başta olmak üzere emperyalistlerin Sakarya Zaferi’nin ardından TBMM’ye sunduğu sözde tavizlerin kabul edilmesini, tadil edilmiş Sevr’in kabulünü istiyorlardı. 30 Ağustos’un tam öncesinde Mustafa Kemal bir de bu teslimiyetçi anlayış ile mücadele etmek zorundaydı.
Halbuki Mustafa Kemal’in stratejisi netti:
“Geldikleri gibi giderler…”
13 Kasım 1918’de İstanbul’a gittiğinde, Boğaz’a demirlemiş düşman zırhlılarının arasından geçerken demişti bu ünlü sözünü…
“İngilizleri kızdırmayalım, ne isterlerse yapalım, ne kurtarsak kârdır.” anlayışının yaygın olduğu, İngilizlere teslim olmayanların ise “Bari Amerikan mandasını kabul edelim” tezini savundukları dönemde kurtuluşa inanan bir tek Mustafa Kemal vardı.
O yıkıntının içinde, umutsuzluğun iktidar olduğu, İstanbul’da sarayın en alçak işbirlikçilik yaptığı, direnmek isteyenleri tek tek tutukladığı, Anadolu’ya gönderdiği “Nasihat Heyetleri”yle isyan halindeki Türk halkına “uslu durma”yı “nasihat” ettiği günlerdi o günler…
Atatürk’ü Atatürk yapan, ta Hindistan’daki Gandi’ye umut aşılayan işte bu “Geldikleri gibi giderler” stratejisidir…
Yenilmez sanılanların da yenilebileceğini bilmek…
İyi planlama ve hazırlıkla yenilmeyecek düşman yoktur…
Yeter ki, gerçekçi ama bir o kadar da kararlı olunsun.
Ve tabii en temelde de Türk milletine güvenilsin…
Cumhuriyet tarihinin en karanlık döneminin yaşandığı şu günlerde “Geldikleri gibi giderler” stratejisine daha çok ihtiyacımız var…
Gandi’nin Hindistan’dan gördüğünü biz niye görmeyelim…