30 Ağustos her şeyden önce zafere inançtır
Mustafa Kemal Atatürk büyük eseri Nutuk’ta, 30 Ağustos’tan hemen önce TBMM’de yaşanan görüş ayrılıklarına ve karamsar kesimlerin yaydığı olumsuz propagandaya değinir:
“Efendiler, muhaliflerin Meclis’te ordu aleyhine açtıkları cereyan devam ediyordu. Devamlı olarak ve hararetli bir tarzda, ordunun taarruz kabiliyeti olmadığından ve artık siyasi tedbirlerle meselenin halledilmesi ve neticelendirilmesinin zaruri bulunduğundan kuvvetli bir tarzda bahsediyorlardı…
… Diğer bir mesele de mühimdi. Muhalifler, ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak halde olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin felaketle neticeleneceğinden ibaret propagandalarına çok hız vermişlerdi. Gerçi, Meclis’te bu anlayış cereyanının yaptığı yankılar, zaten düşmanlardan çok gizlemek istediğim harekat bakımından faydalı idi. Fakat bu olumsuz propaganda, en yakın ve en inanmış zevat üzerinde dahi kötü tesire başlamış, onlarda da tereddütler uyandırmıştı.”
Atatürk, Büyük Taarruz’dan önce kurmaylarıyla Akşehir’de yaptığı toplantıdaki görüş ayrılıklarına da kısaca değinir.
Bu toplantıdaki komutanların hepsi büyük isimlerdir. I. Dünya Savaşı’nın, Balkan Savaşları’nın ve Trablusgarp’ın cephelerinde 11 yıldır kesintisiz ateşle ve çelikle eğitilmiş, kurmaydan öte gerçek birer serdengeçtiler kuşağıdır bu.
Görmedikleri cehennem, geçmedikleri sırat yoktur adeta ancak hepsinin kafasında Büyük Taarruz ile ilgili büyük bir sual vardır. En büyük kaygı, Türk Ordusu’nun daha önce hep savunmada olması ve büyük Türk zaferlerinin hep direniş zaferi olmasıdır. Oysa taarruz için çağdaş savaş kuramı ve pratiği adeta kesin bir kanun hükmü gibi şu lojistik yasasını dayatıyordu: İkiye bir.
Taarruz için piyade sayısı düşmanınkinden iki kat fazla olmalıydı. Süvari sayısı iki kat olmalıydı. Top ve ağır teçhizat sayısı iki kat olmalıydı. Vasıta ve mühimmat sayısı iki kat olmalıydı.
Komutanlar Atatürk’e sürekli itiraz ediyordu. Çünkü eldeki tüm istihbarata göre TBMM orduları, işgal ordusundan değil iki kat kalabalık ve güçlü olmak, süvari hariç her kalemde daha az kaynağa sahipti. Türk Ordusu emperyalistler tarafından en kusursuz silahlar, mühimmat ve istihbari araçlarla donatılmış Yunan Ordusu’na göre değil iki kat kalabalık olmak, kaba rakamsal hesapta 5’te 4 oranı zor tutturuyordu.
Tecrübeli komutanlar 1683’ten Sakarya Savaşı’na kadar Türk Ordusu’nun sadece savunma savaşı verdiğini vurguluyordu. Türk askerinin büyük fedakârlıklar sayesinde ve kendi vatanını savunuyor olmanın avantajıyla yüzyıllar boyu zafer kazanmış ve destanlar yazmıştı. Ancak Plevne’den, Trablus’a; Çanakkale’den Sakarya’ya kadar bunların hepsi savunma savaşıydı ve taarruz savaşlarının gerektirdiği teknik, mali ve cephane üstünlüğünü gerektirmiyordu.
Falih Rıfkı bu toplantıdaki can alıcı karar anını şöyle kaleme alır:
“Yakup Şevki Paşa, milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe cinayet sayılacağını söyler. Mustafa Kemal:
– Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir Paşam?
– Evet!
– O hâlde kesin sonucu bununla almak zorundayız.
Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa bizim geri teşkilatının düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamayacağını söyler. Mustafa Kemal:
– Bizim geri teşkilatımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz mı?
– Hayır Paşam!
– Demek düşmanı yirmi kilometre içinde yok etmek zorundayız.”
Tartışılan tartışılmış ve karar verilmiştir. Artık bütün komutanlar ikirciksizdir. Kesin bir inançla savaş planı onaylanır. Karargâh kararını vermiştir.
24 Ağustos günü karargâh Afyon Şuhut’a geçirilir. 25 Ağustos’ta Kocatepe’dedir Başkomutan. 26 Ağustos’ta Büyük Taarruz başlar. Afyon ovasında sadece Türklüğün değil bütün ezilen ulusların kader savaşı vardır. Ve sadece 4 gün sonra 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi yaşanır. Dumlupınar’da Yunan Ordusu yok edilir.
Atatürk bir kumarbaz değildi. Tarihin gördüğü en büyük komutanlardan biriydi. Ancak öncelikle cesaretle ve imanla kuşanmış bir devrimciydi. Zaferi lojistik kanunları değil, her şeyden önce büyük bir iman, sarsılmaz bir inanç ve en şiddetli enerjiyle kuşanmış kesin bir kararlılık kazanmıştır.
Zafere inanın
Atatürk, Nutuk’ta büyük bir sorumluluk üstlendiğini ancak askerlik ilmi açısından da en ince detayı düşündüğünü açıklar. İngilizlerin asla aşılamaz dediği çelik hat, Atatürk’e göre Kocaeli’nden Afyon’a kadar uzanan 500 km’lik bir tuzaktı işgalci için. Yunan Ordusu’nun kendisine düşman bir memlekette, bu denli zor bir coğrafya da ve savaşmaya kararlı kahraman Türk Ulusuna karşı bu hattı bir arada tutabilmesi imkânsızdı. Hattın delineceği kesindi. Önemli olan düşmanın inadının da kırılması ve geri saflarda toparlanıp yeni bir hat kuramamasıydı.
İnat burada inanç demektir aslında. İnanç her şeyden önce bazılarının “yobazlık” ile bile suçlayabileceği türden bir inattır. Teslim olmamak inadını, 1922 Ağustos’unda Atatürk düşmanı yok etmek inadına dönüştürmek zorundaydı. En çekirdekteki, en bilgili kurmay kadroyu lojistik bilimiyle ikna edemeyecekti. Adeta Çanakkale’de 57. Alay’a “Size ölmeyi emrediyorum!” emri gibi bir kararlılık gösterisi gerekiyordu.
Bu bilinç hepimize mirastır. Bugünümüzü ve bu yüzyılımızı da kurtaracaktır.
Zafere ben inanıyorum, bu yeterli! Teslim nasıl olmadıysak, bozguna nasıl uğramadıysak, inatla nasıl ayakta kaldıysak, şimdi de inatla kuşatacağız, taarruz edeceğiz ve düşmanı yok edeceğiz.
Son 20 yıldır Türk halkının emperyalizmin beşinci kolu olarak Türkiye’yi ele geçiren, işgal eden AKP faşizmine karşı direnişi de her türlü akli kurala, iktisat, sosyoloji, siyaset kuramına direnen bir inat değil mi?
Sermaye AKP’nin elinde. Üniversiteler AKP’nin elinde. Medya AKP’nin elinde. Mahkemeler AKP’nin elinde. Polis AKP’nin elinde. İşgal edilmiş tersaneler, kaleler, kışlalar AKP’nin elinde. Tüm güç AKP’nin elinde.
Beklenti neydi? Cumhuriyet’i yıkıp, Türkiye’yi parçalayıp, yılanların öcünü almak.
Oysa şimdi bir bakıyoruz ki; gericilerin ve emperyalistlerin tüm hayalleri hüsrana uğradı.
Düşünen insanlar AKP’ye düşman. Genç kuşaklar AKP’ye düşman. Öğrenciler AKP’ye düşman. Gerçek aydınlar, sanatçılar AKP’ye düşman. Halk AKP’ye düşman. Sandıklardan çıkan sonuçlar da AKP’ye düşman.
Bunun adı resmen bir inat savaşıdır. AKP’nin kalıcı olmadığına ve yıkılacağına ilişkin bir inattır. Hatta “her şeyi kazansalar bile ben onlardan olmayacağım,” inadıdır. “Onların torpilinden, onların teşkilat üyeliğinden, onların elinden gelecek her imtiyazın, saraydan dilenilecek her haram lokmanın Allah belasını versin. Gerekirse işsiz kalırım, aç kalırım ama yine de AKP’li olmam,” inadıdır.
İşte 2022 yılı bu direniş inadını, 30 Ağustos’un zafer inancına çevirme yılıdır!
Zaferin yüzüncü yılı, AKP’yi deniz dökme yılı olacak!
Bu yıl 30 Ağustos’taki Büyük Zaferin yüzüncü yılını kutluyoruz.
100 yıllık bir devrimler çağı açan bir destandır bu.
Atatürk’ün ifadesiyle sadece Türk Ulusu’nun değil bütün mazlum milletlerin kaderinin değiştiği, bir çağın kapandığı, sömürgeciliğe karşı özgürlük devrimleri ve Ulusal Kurtuluş Savaşları çağının açıldığı şafaktır 30 Ağustos.
2022 yılı sadece Büyük Zaferin 100 yılı değil, aynı zamanda Türk halkının ve Türk gençliğinin yeniden ayağa kalkış yılı olacak.
Zaferin 100. yılı, AKP faşizmine karşı zafer kazanacağımız tarihi ve şanlı yıl olacak.
“Keşke Yunan kazansaydıcılar”, “Türklüğü ayaklar altına aldık”çılar, BOP uşakları, ABD, AB, Rusya ve türden emperyalizme vatan satanlar yeniden denize dökülecek.
Ve köhne saray yine yıkılacak. 100 yıl sonra 2022 yine Zafer Yılı, 2023 de yeniden Cumhuriyet Devrimi’nin yılı olacak.
Tıpkı 1922 ve 1923 gibi!